Dün günlük gazete takibimi yaparken, Almanya’nın en çok satan gazetesi BILD’i okurken manşet haberi görünce irkildim.
Çünkü bu kez manşette ne savaş vardı, ne seçim, ne de bir siyasi kriz…
Manşet doğrudan bir nesli işaret ediyordu:

“Ebeveynlerinden daha fazla kansere yakalanan ilk nesil.”

İnsan böyle bir başlığı okuyunca ister istemez duruyor.
Bu bir magazin başlığı değil, bir korku senaryosu hiç değil.
Bu, modern hayatın insana çıkardığı sağlık bilançosu.

Bir nesil düşünün…
Anne-babasından daha eğitimli, daha bağlantılı, daha “bilgili”.
Ama aynı zamanda daha yorgun, daha uykusuz ve daha hasta.

Bilim insanları artık bunu açıkça söylüyor:
Millennials (1981–1995 doğumlular), ebeveynlerine kıyasla daha fazla kansere yakalanan ilk nesil.

Bu, sıradan bir sağlık haberi değil.
Bu, modern hayatın bize neye mal olduğunun resmî raporu.

Rakamlar da bunu doğruluyor.
1990–2019 yılları arasında dünyada 50 yaş altındaki kanser vakaları %79 arttı, aynı dönemde ölüm oranları %28 yükseldi.
Bağırsak, tiroid ve meme kanseri gibi bir zamanlar “ileri yaş hastalığı” sayılan türler, artık 30’lu ve 40’lı yaşlarda karşımıza çıkıyor.

Üstelik uzmanların özellikle altını çizdiği bir gerçek var:
Kanser vakalarının yalnızca %20’si genetik.
Geri kalan büyük çoğunluk, bizim “normal” sandığımız hayatla ilgili.

Normal dediğimiz hayat ise oldukça tanıdık:
Gece geç saatlere kadar ekrana bakmak, sabah yorgun uyanmak, hızlıca bir şeyler atıştırıp güne yetişmeye çalışmak…
Hazır gıdayla doyup gerçekten beslenememek…
Hareket etmeye zaman bulamayıp gün boyu oturmak…
Stresi “yoğunluk”, uykusuzluğu “fedakârlık”, yorgunluğu “başarı” sanmak…

“Az içiyorum” savunması, alkolün sağlık üzerindeki zararlı etkilerini ortadan kaldırmaz.
Ağrıya, mideye, uykusuzluğa hemen bir hapla cevap veriliyor; sebep değil, belirti susturuluyor.
İnternetten okunan bilgilerle kendi kendine ilaç kullanan bir nesil oluşuyor; bağırsak florası bozuluyor, karaciğer yoruluyor, risk büyüyor.

Bütün bunlar olurken beden uzun süre sabrediyor.
Ama bir yerden sonra alarm veriyor.

Bu noktada hemen şu savunma geliyor:
“Erken teşhis arttı, o yüzden sayılar yükseliyor.”

Evet, erken teşhis önemli ve bu artışın bir kısmını açıklıyor.
Ama uzmanların da dediği gibi: Bu açıklama tek başına yetmiyor.
Çünkü mesele sadece teşhis değil, yaşama biçimi.

Daha çok kazandık ama kazandığımız parayı sağlığımızı korumaya harcamadık.
Daha çok bağlandık; telefonlara, ekranlara, işlere… ama bedenimizi dinlendirmeye vakit ayırmadık.
Daha çok konuştuk; sosyal medyada, ekranlarda, toplantılarda… ama vücudumuzun verdiği sinyalleri duymadık.

Son söz: Sağlık, siyaset üstü değil; doğru siyaset meselesidir

Bu tablo, ne sadece doktorların ne de sadece bireylerin meselesidir.
Bu, yanlış bir sağlık ve sosyal politika anlayışının doğal sonucudur.

Saadet Partisi’nin bugün ısrarla vurguladığı yaklaşım tam da buraya işaret ediyor:
Sağlık, yalnızca hastanelerde verilen bir hizmet değil; önleyici, koruyucu ve sosyal yönü olan bir kamu hakkıdır.

İnsanlar hastalandıktan sonra ilaçla ayakta tutulmaya çalışılmamalı;
insanları hasta eden hayat şartları değiştirilmelidir.
Uzun çalışma saatleri, güvencesiz istihdam, stresli şehir hayatı, sağlıksız gıdaya mahkûmiyet ve dinlenme hakkının fiilen ortadan kalkması, bugünkü sağlık krizinin temel nedenleridir.

Saadet Partisi’nin savunduğu sosyal devlet anlayışı;
önleyici sağlık hizmetlerini esas alan,
sağlıklı ve erişilebilir gıdayı destekleyen,
çalışma hayatında insan onuruna yakışır süre ve koşulları savunan,
şehirleri rant için değil insanın sağlığı için planlayan bir yaklaşımdır.

Hızın kutsandığı, uykunun küçümsendiği, stresin başarı sayıldığı bu düzende;
kanser bir istisna değil, bir alarmdır.

Ve bu alarm bize şunu söylüyor:
İnsanı merkeze almayan hiçbir sosyal düzen, sağlıklı bir toplum üretemez.
17.12.2025
Şaban Turhal