Şehitler ölmez. Buna iman ettik. Hak katında diri olduklarını ve bizi izlemeye devam ettiklerini biliyorum. Kalanların menfaatleri üzerine kuruluyor bütün mantık bugün. Gidenlerin gözünden bakamıyoruz farkında mısınız? Biz gidene üzülüyoruz, giden ise bize! Sonunda ölüm olması bir olayı vahim değil de kutlu yapmaz mı? Allah içinse mücadele, kardeş içinse, zalime diz çökmemek içinse, mazlumdan sırt çevirmemek içinse, cenneti arzulayıp, cehennemden tedirgin olmak içinse… Üç günlük dünyadan ebedi konağa göç ise yaşadıklarımız –ebedi hayata olan inancımızı sorgulamamız gerekiyor işin burasında- siz olsanız… gidenlerden mi olmak istersiniz, kalanlardan mı? Gidene mi üzülmeliyiz kalana mı? Zor soru biliyorum. Cevabını ben de içimde arıyorum emin olun. Dünyanın küçük olduğuna kanaat eden aklımız aynı dünyanın nihayetinden neden endişe etmez çözemiyorum. Bizim öğretilmiş, ezberlenmiş, örselenmiş anlayışlarımızdan bir an önce kurtulmaya ihtiyacımız var. Bu ihtiyacın karşılığında kardeşe umut, zalime öfke saklı çünkü! Çünkü öfkemizin kontrolü bizde değil. Kimi sevip kimden nefret edeceğimize başkaları karar veriyor. Oysaki karar verici tek merci Allah’tır! Bugün kendinize bulduğunuz bahanelerle neleri tehlikeye attığınızın farkında mısınız?
Siz bu soruların cevabının içinizi acıtmasına izin verirken ben gidenler namına size bir hatırlatma yapayım. Finalde de tüm bunları neden yüksek sesle söylemek zorunda kaldığımı konuşuruz…
“Daha küçücüktüm. Sokakta oyunlar oynar, gelecek için hayaller büyütürdüm. Abimin sınırda verdiği mücadeleyi bana devredeceği günü beklerdim. Sabahları bomba sesiyle başlardım oyunlarıma. Cenazelere katılıp tekbir çekerek diri tutardık varlığımızı. Ölüm soğuk, ölüm ürpertici, ölüm annemin ciğerinde kor, ölüm babamın dişlerini sıkışı ama; şehadet şerbet, cennet baki mekan… öyle demişti hocam. Sabah namazlarında yoklama yaptıktan sonra anlatırdı hep. Aynı evden çıkan şehitlerin neden aynı mezara gömüldüğünü, cennet sakinleri adına sadece geceleri gözyaşı dökülebildiğini, yolculuk ne kadar kutlu olsa da insan olmanın gereğinden vazgeçilemeyeceğini, insani zaaflarımızın mertebemizi belirlediğini uzun uzadıya konuşurduk. Ve Türkiye’yi! Kardeşlerimizden bahseder, Aksa’nın bahçesinde kılacağımız şükür namazında beraber saf tutacağımızdan dem vururdu. Biz direnmeliydik, ayakta kalmalıydık. Kardeşlerimizin eli elimize değene kadar diri tutmalıydık mücadeleyi. Mısır ve Türkiye elbet ayağa kalkacak ve Ortadoğu’da habis bir ur gibi büyüyen İsrail belasına anladığı dilden cevap verecekti. Cepheyi tutmalıydık biz. İsrail bu. Sadece güçten anlardı. Dünya Müslümanlarının anlaması gereken ilk önemli fikir bu olmalıydı. Gözünü kan bürümüştü İsrail’in. Her zaman hakkı olmayanı arzulamış ve bunun için yakıp yıkmaktan çekinmemişti.
Sınırda hengâme başlamıştı. Abdestlerimizi aldık. Helalleştik. Annem gözyaşlarını sakladı, babam dişlerini sıktı. Hem öfkeliydi zalime, hem mahzundu. İki büyük abim ise düğüne gider gibi akmışlardı evden. Tek suçu –suçsa eğer- zalime boyun eğmemeleriydi. Dünyanın dört bir yanından Müslümanlar ağıtlar yakıyor ve gözyaşı döküyorlardı onlar için. O yaşlar şimdiye boğmalıydı zalimleri. Nedenine kafa yoramayacak kadar küçüktü. Gelen mesajlarda ortak bir temenni dikkatini çekmişti. “Kalplerimiz sizinle!” bu sözün ne anlama geldiğini hep merak etmişti.
Aynı günün akşamı kapı isteksizce çalındığında annem tedirgin halde pencereden gelenlere baktı. Donmuş gibiydi. Kapıyı açmak istemedi. Kapının arkasından öksürdü birkaç kez. Açmadı kapıyı. Gelenler “Allah’tan geldik ve dönüş yine O’nadır” ayetini okuduklarında bir kez de annem tekrarladı aynı ayeti. Babam yetişti sonra. Beni komşuya bıraktılar. İki abim de cennete göçmüştü. Aynı mezara gömüldüklerini sonra öğrendim. Bende aynı beşiği paylaşacaktım. Neden bilmiyorum sevindim. Severdim abilerimi.
Ertesi gündü. Babam yanına beni de aldı. Sokağın birinden geçerken kıyamet koptu birden sanki. Kurşun seslerini ilk defa bu kadar yakından duymuştum. 12 yaşındaydım sadece. Babamla küçük bir siper bulduk kendimize. Sarıldım babama. O dağımdı benim. Saklandım arkasına. Beni korurdu o. Yokluğunu hiç düşünmediğimdi. Sımsıkı sarıldım. Kurşunlar yağıyordu üzerimize. Bizde silah yoktu. Korkakça şarjör boşaltıyordu kahrolasıca zalimler. Babam elini siper etmişti bana. Göğsünü siper etmişti. Körolasıca kurşun geldi beni buldu. Endişelerim ve korkum azaldı bir an. Titremem kesilmişti. Gözlerim bulanıklaştı. Babam hâlâ beni korumaya çalışıyordu. Gerek yok demek istedim ama lügat dilimden alınmıştı. Melekler çağırıyordu şimdi beni. Benim de gidesim vardı. Abilerimin mezarı açılacak ve oraya gömülecektim. Sevindim bir an. Kapattım gözlerimi. Kalbim… kalbim sahibine döndü diye atmaktan vazgeçti.
Yıl 2000. Ben, 12 yaşındaki Muhammed Durra. Babamın yanında vurdular beni. Korkakça, kalleşçe ve haksız yere. Kendilerine buldukları bahaneler umurumda değil. Böyle lanetlenmiş bir kavimle onların anladığı dilden konuşamayan tüm aciz kardeşlerime -kardeşlik hukukunu hiçe saymışlara- hakkımı helal etmiyorum. “Kalplerimiz sizinle” diyordunuz ya. Size inanmıyorum!”
O video gözünüzün önüne gelmiştir değil mi? Yıllar boyu yaşananlardan bir film şeridinin gözünüzün önünden geçmesine izin verin. Bizim onlardan ne farkımız var düşünün. İnandığımız din coğrafyasına göre değişiklik gösteren bir din midir?! Onlara kan ve gözyaşı bize ise reel politik midir? Kendi yalanlarımıza inandık. Kahretsin!
Tarih boyunca Kudüs Müslümanlar dışında her kim geldiyse katliamlara sahne olmuştur. Buna tarih şahittir. Güçten başka bir dil bilmeyen bu zalimlerle anlaşmaya çalışan her akıl, her vicdan, her insaf satılmıştır!
Kardeşliğin okunuşu hiçbir dilde “kalleşlik” değildir. Yapmayın. Bozmayın lügatimizi. Kaldırın vicdanlarınızdaki ipotekleri. Ölüm perdesi aralanmadan önce! Kıyameti beklemeyin. Herkesin kendi kıyametinin zamanı Allah’ta mahfuz!
Kalbinizin sahibine emanet olun…-hâlâ karartmadıysanız-
Eyvallah!!!