ABD’nin sıra dışı başkanı Donald Trump’ın özellikle Aksa Tufanı sonrasına denk gelen ikinci dönemi, Trump’ın politik tercihleriyle Siyonist lobinin ve işgal rejiminin çıkarları arasında var olduğu iddia edilen gerilimlerle anılıyor.

Trump ile Siyonizm arasında sahne arkasında yürüdüğü varsayılan bu mücadelenin gündeme gelmesinin ana sebebi ise ABD’nin Ortadoğu politikalarının işgal rejiminin yörüngesinden çıkarak değişmesi ihtimali. Dahası ABD’nin koruması altında bölgeyi ateş çemberine çeviren işgal rejiminin ABD ile ters düşmesi sonrası yalnızlaşması ve kısa sürede Filistin’de dengenin işgal rejimi aleyhine değişmesi ihtimali de gerilim senaryosunu çekici hale getiriyor.

Peki Trump, gerçekten işgal rejiminin karşısında mı?

Bu sorunun cevabını yalnızca söylem bazında değerlendirmeler üzerinden değil, eylemlere odaklanarak da aramak gerekiyor.

Bu yönüyle bakıldığında Trump’ın işgal rejimiyle veya Siyonist lobiyle düşünüldüğü formatta ters düştüğünü söylemenin ziyadesiyle zorlama çıkarımlara hatta belki daha doğru bir ifadeyle temelsiz temennilere dayandığını söylemek mümkündür. 

Bu konudaki tespitlerimizi yakın zamanda yine bu sütunlarda dile getirdiğimizi okuyucularımız hatırlayacaktır. Tekrara düşmemek adına yalnızca bir hususu belirtip bu konunun niçin bir kez daha gündeme geldiğine değinmek istiyorum.

Trump’ın Siyonistler ile yaşadığı gerilimin “ahlaki bir duruş ya da erdemli bir davranış” zemininde şekillendiğini zannedenler yanılmaktadır. Trump ile Siyonistler arasında ancak çıkar çatışması söz konusu olabilir.

Nitekim Trump’ın hedefinde Siyonizm’in değil Siyonizm üzerinden Amerikan siyasetini kuşatan çıkar ağlarının olduğunu, dolayısıyla bu gerilimde Trump’ın iç politikada konum arayışının belirleyici unsur olduğunu söylemek gerekmektedir.

Trump, Siyonist lobiye karşı bu meydan okumayı, İsrail’e değil ABD’deki İsrail’e karşı yapmakla yetiniyor. Zira onun işgal rejimine karşı söylemleri incelendiğinde görülmektedir ki, Filistin meselesi konusunda işgal rejimiyle ters düşmemektedir. Trump’ın odaklandığı tek nokta, işgal rejiminin ABD’nin çıkarına olmadığını iddia ettiği politikalarını eleştirmektir.   

Derin Washington ile kavgaya girişen Trump, işgal rejimiyle değil işgal rejiminin Amerikan siyasetindeki dokunulmazlığıyla mücadele ediyor denilebilir. Filistin meselesinde ya da bölgeyi ilgilendiren diğer meselelerde ortaya koyduğu duruşun sınırlarını da zaten bu tercih belirliyor.

Bu konuya bir kez daha girme ihtiyacını niçin hissettik? Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Körfez ziyareti ile birlikte bölgede dengelerin işgal rejimine rağmen değişimi konusu bir kez daha gündeme gelmiş oldu.

Katar, Kuveyt ve Umman’ın Türkiye ile savunma sanayi ve enerji ağırlıklı ilişkileri artırmaya dönük hamleleri, işgal rejiminin bölgesel caydırıcılık tekelinin kırılması bağlamında önemli adımlara zemin oluşturduğu halde Trump yönetiminin bu gelişmeler karşısında tepkisinin ne düzeyde olduğu sorusu gündeme getiriliyor.

Esasında Tom Barrack, M. Rubio gibi isimler üzerinden de kamuoyuna sunulduğu gibi Trump yönetimi, bölgesel politikada köklü bir değişime gideceğini ve yeni dönemde Türkiye, Körfez ülkeleri ve Avrupa ile yol almak istediğini açıkça belirtiyor. Bu yüzden Körfez-Türkiye ilişkilerinin yoğunlaşması, Trump’a rağmen yürüyen bir süreç olarak değil tam aksine Trump’ın tercihleriyle paralellik arz eden bir gelişme olarak okunmalıdır.  

Bu arada, Trump yönetiminin ilan ettiği bu değişim, ABD’nin 1945’ten sonra şekillenen 20. yüzyıl siyaset anlayışını terk ettiğinin ilanı olarak görülebilir. 11 Eylül bahanesiyle bölgeye fütursuzca giren ABD, Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi önce doğrudan işgal politikası yürüttü, ardından Suriye örneğinde olduğu gibi vekalet (proxy) savaşlarına yöneldi. Ve bugün gelinen noktada, müdahaleci ve dayatmacı politikalardan vazgeçtiğini iddia ediyor.

Trump yönetimi, yeni dönemde bölgedeki politik değişimlerin bölge ülkelerinin aktör olarak öne çıktığı bir düzlemde yapılmasını tercih ediyor. Bu yeni tercih, bölgede alışkanlıkların ve konumlanmaların sorgulanma sürecini beraberinde getiriyor. 

Zaten işgal rejimini rahatsız edecek en önemli nokta da burası olabilir. Trump yönetiminin ABD’nin çıkarları çerçevesinde bölgesel aktörleri çeşitlendirme stratejisi, Siyonist emeller için engel teşkil edebilir.

Bu konu çok su kaldıran cinsten bir içeriğe sahip belki ama en azından Filistin açısından yeni umutlara kapı aralama ihtimalinden bahsetmek de mümkün.

Türkiye’nin “bölgesel sahiplenme” stratejisiyle de uyumlu olan bölgesel aktörlerin çeşitliliği politikası, Filistin mücadelesine ve direniş gruplarına açıkça destek veren Katar, Kuveyt ve Umman gibi ülkelerin işgal rejimi karşısında elini daha da güçlendirebilecektir. Bölge ülkeleri arasında iletişim ve ilişkinin arttığı yeni dönem, Gazze’de gördüğümüz gibi sahada işgal rejimini zora düşüren Filistin mücadelesinin masada da elinin güçlenmesine katkı sunabilir.