Can alıcı bir soru? Medyanın hayatımızda yaptığı olumsuz etkilerini azaltabilmek için ne yapmamız gerekir? Yayıncılık mantalitesiyle hakkı hakim kılabilmek için çalışan gazetelerin tirajlarını ve okunurluk oranını artırabilmek güzel bir yöntem. Fakat, hayatımızı kuşatan televizyonların zihinlerimizde yaptığı dönüşümün etkilerini ve bu sancılı platformu ortadan kaldırabilmek için neler yapmamız gerekir?
Kuşkusuz özel televizyonların hayatımıza girdiği ilk günden itibaren, sosyal yapımızda tarifi imkansız deformasyonlar ve dejenerasyonlar meydana geldi. Yarışmalarla, dizilerle, tartışmalarla, hakkı hakkaniyeti esas alan doğruları ortadan kaldırmaya niyetli programlarla, ahlakımızı dönüştürmeye çalışan yapımlarla televizyonlar, bu ülkenin genetik kodlarında bulunan ahlak düsturlarını ortadan kaldırabilmek için birbirleriyle yarışa girdiler.
Sosyal hayatımızda kişisel ve aile formatlı ilişkilerimizi bir virüs gibi saran, ahtapot kollarıyla bizleri kuşatan bu yayın mantalitesi, maalesef toplumsal dinamiklerimizi iyilikten ve güzellikten, kötülüğe doğru dönüştürdü.
Hırsızlık, arsızlık, nerde akşam orda sabah yaşantı tarzı, meyhaneler, barlar, pavyonlar, magazin kılıfıyla sunulan renkli dünyalar artık zihinlerimizin bir köşesine yerleştirildi. Kötülüklerin içselleştirilmesi ve sıradanlaştırılması olarak kabul edebileceğimiz bu süreçte, insanların ahlak kavramlarına bakışı da 360 derece değişerek, bir zamanlar, “Kavga sebebi sayılabilecek” fikir yumakları bile tersine bir harekatla genel bir kabule dönüştü.
Medyadan, televizyondan kaçabilmek mümkün mü? Elbette değil… Çok nadiren dost ve ahbap sohbetlerimizde, “Televizyonu tamamen hayatımdan çıkardım, evimde televizyon izlemiyorum, izletmiyorum” diyen televizyon karşıtı isimlerle karşılaşabiliyorum. Bu bir kaçış yöntemi… Bu bir isyan yöntemi…
Fakat, televizyonun afyonladığı, zehirlediği, kuşattığı, tüm zehirlerini enjekte ettiği milyonlarca insanın içinde bulunduğu bir vasatı nasıl ortadan kaldıracağız? Toplumun tamamını kuşatan, yaptığı yayınlarla ahlakı dejenere eden, çocuklarımızın zihinlerini kurcalayan medyanın olumsuz etkilerini tamamen ortadan kaldırabilmek mümkün değil.
Tek başımıza yapacağımız bir eylem, bireysel olarak medyadan kendimizi korumuş olmamız aslında çöküş için bir çare değil.
Hadise, herkesin bildiği şu tarihi hikayeye benziyor… Eski zamanlarda memleketin birinde müthiş bir kuraklık olmuş… Alimler, birkaç gün içinde çok müthiş şekilde bir yağmur yağışının olacağını, bu sudan içen herkesin delireceğini söylemişler… Gerçekten de müthiş bir yağmur yağmış, gökten inen suyu içen memleketteki herkes delirmiş…
Padişah, vezirleri ve saray efradı, yağan yağmurların suyunu içmemiş, günlerce depoladıkları suyu kullanmış. Fakat ne zaman Padişah ve vezirleri, ortalığı kolaçan etmek için dışarı çıktıysalar, ahali kendileri gibi olmayan, görünmeyen Padişah ve efradına, farklı oldukları için “Deli, deli” diye bağırıyormuş… Nihayetinde Padişah ve vezirleri de dayanamamış, halktan biri olmak için yağmur suyunu içmek zorunda kalmışlar.
Televizyonun hayatımıza girdiği TRT’li dönemin üzerinden yıllar geçti… Özel televizyonlarla tanıştığımız dönemde doğan çocuklar ise bugün delikanlı çağlarına ulaştı. 20 yıl gibi bir dönemde, toplumun tüm değerlerini, ahlak iklimini, maneviyat atmosferini tersine çevirebilen bir gücün, bundan sonraki dönemde daha neler yapabileceğini de hesap etmemiz ve adımlarımızı ona göre atmamız gerekiyor.
Bu sosyolojik travmayı toplum daha ne kadar kaldırabilir?
Bu toplumun direnç kolonları, bu manevi yaralarla daha ne kadar yol alabilir? Kuşkusuz İletişim fakültelerinde görülen dersler için, medyanın Türkiye’nin ahlak ve maneviyat yapısında derinleştirdiği olumsuz sosyolojik gerçeklerin de ele alınacağı bir müfredat hazırlanmalı. Zira medyanın derinleştirdiği bu sosyolojik fay hatları bir gün toplumun tamamen altını üstüne getirileceği bir sürece evrilecek. Depremin ne zaman meydana geleceğini bilemediğimiz gibi, bu süreç de toplumu yerle yeksan edecek.