İslam medeniyetinden, hukukundan, yolundan Avrupa(Batı) medeniyetine, hukukuna, yoluna yönelip gireli yüz yıla yaklaştı... Bu, tam anlamıyla bir kimlik değiştirme çabasıydı. Böylece kendimize zulmettik, zillete düştük. Bu süreçte ne kendimiz kaldık, ne de batılı olabildik. İki arada bir derede kaldık. Benzedik, benzetildik, taklitteyiz. Aynı zamanda kendi değerlerimize düşman muamelesi de yaparak onları yok etmeye, onlardan uzak durmaya, beğenmemeye çalışmak yanında kendi değerlerimize tekrar dönülmemesi için her türlü tedbirler alındı. İslam hukuku terkedildi. Siyaseti terkedildi. Dönüşü, talebi de yasaklandı. Düzen öyle oluşturuldu ki her şeye geçit var. Sadece ve yalnız İslam hukukuna, yoluna girmeye yasak sürüyor. Ve yaşanan tüm sorunları bu batıcı, laik, seküler düzen üretmektedir. 50 yıldır da AB’yle tam entegrasyon yolunda ve çabasındayız. Kapılarında bizi bekletiyorlar, aşağılıyorlar, istiyorlar, istiyorlar... Bu uğurda nelerimizden olmadık ki? Yine de yaranamıyoruz. Çünkü hâlâ İslam’dan tümüyle vazgeçemedik. Az da olsa bir şey kaldı elimizde. Onların bize düşmanlıkları devam ediyor, artık gizlemiyorlar da. Ama biz onları sevmeye devam ediyoruz. Ortaklıklarımızı, ilişkilerimizi ısrarla sürdürmek gaflet ve zilletindeyiz. “Ne istediler de vermedik?” AB hatırına, kriterlerine uymak için egemenliğimiz, bağımsızlığımız, benliğimiz örselendi. Şimdi sıra bütünlüğümüzde. Ona da ramak kaldı. “Hele bir 16 Nisan gelsin...” Batılılaşmak uğruna haramları helal saymaya bile başladık. Helalleri de haram... Zinayı, hatta lutiliği bir hak olarak kabul ettik. Bu haklarını kullanmaları için bir Ramazan’da Taksim’de gösteriye izin bile verilmişti. Faiz de çoktan öyle olmadı mı? Allah-u Teala’nın haram kıldığı şeylerin hatta bir hak ve meşru olarak kabul edilmesinin, algılanmasının bizi “iman dairesinden” bile çıkarabileceğinin endişesini, şuurunu, hassasiyetimizi yitirdik. Her şeyimizle dinimizle bile dönüştürüldük. Dünyevileştik. Dini değerlerin içini boşalttık. Onları araç ve alete indirgedik. Elimizde isim ve resim kaldı. Olsun diyoruz, “bu yolda yürümeye devam.” AB yolunun İslam yolu olmadığını bile bile o yolda devamda ısrar ediyoruz. Üstelik bu düşünce ve çabamızı kendimizi Müslüman olarak kabul ederek sürdürüyoruz. Hem günde namazda 40 kez Fatiha’yı okuyoruz. İslam’a, Kur’an’a, kıbleye bedenimizi döndürüp, İslam yoluna girmemiz için, öteki Hristiyanlar, Yahudiler gibi sapık yollara girmekten koruması için, Rabbimize dua ediyoruz. Hem de yasaklanan gadaba uğramışların, dalalete sapanların yollarından yürümeye, onlarla birlikte olmaya devam ediyoruz!? Allah-u Teala’nın emir ve yasaklarını, yolunu, hükümlerini, ilkelerini terk edip, beğenmiyor hatta yasaklıyor, hem de kendimizi Müslüman olarak saymaya, sanmaya devam ediyoruz.

Önce bir tespiti yapmamız, şu soruya doğru cevap vermemiz gerekiyor: Yaşadığımız bunca sorun Müslümanlığımızdan mı kaynaklanıyor, yoksa İslam’dan uzaklaştığımızdan mı? Şayet İslam’dan uzaklaştığımızdan olduğu gerçeğini kabul edersek, yapmamız gerekenler bellidir. Yüzyıldır terk ettiğimiz İslam hukukuna, İslam medeniyetine, İslam yoluna tekrar dönmek, tevbe ve istiğfarlarla... Yoksa tüm sorunlarımız artarak devam edecektir. Bu kendi kimliğimize, köklerimize, yolumuza girmek, dönmek demektir. Bize Allah yardım etmezse kimse edemez. Batılılaşma yolunda kaybettiğimiz kardeşlik, sevgi, barış, adalet, paylaşmak, bereket, dayanışmak, izzet... Tüm maddi ve manevi güzellikler İslam’da değil mi? Tüm dertlerimiz, İslamsız hayat yaşıyor olmamızdandır. Ve İslam tüm dertlerimizin devasıdır, şifasıdır. Tüm sorunlarımızı çözecek ilahi bir hayat iksiridir.

Ne var ki, egemen zalimler bunu çok iyi bildikleri için her şeye tahammül ediyorlar. Yalnızca İslami yönetime, nizama tahammül edemiyorlar. Namaz, hac, zikir, oruç gibi kendilerine zarar vermeyen ibadetlerle yetinmemizi, hele hele siyasetle meşgul olmamamızı, cihad da yapmamamızı, kendilerine teslim işbirlikçi/devşirme olmamızı arzu ediyorlar... İslam’ın temeli tevhidin gereğiyse dünyada sadece Allah-u Teâlâ’yı Rab (düzen koyan, emir ve yasak koyan, itaat edilen, mabud) kabul edip, kullara kulluğu, zulmü reddetmek. Liderleri, bilginleri, şeyhleri, cemaat önderlerini rab edinmemektir. “Allah-u Teâlâ’ya isyanda kullara itaat yoktur.” La rabbeillallah...

Allah’ın nizamı benzersiz, eşsiz, özgün ve ekmeldir, mükemmeldir. Hayatımızın her alanını düzenler, kuşatır. Eksiksiz, yanlışsız, çelişkisiz, kusursuz, fazlasızdır. Tevhid, adalet, merhamet, hikmet ve doğruluk sütunları üzerine bina edilmiştir. Emanet, ehliyet, şûra, hukukun üstünlüğü yönetimde ilkelerdir. Kimse sorumsuz değildir. İslam hukuku herkesi bağlar...

Allah-u Teâlâ’nın hukuku tüm beşeri hukuk ve düzenlerinden üstündür. AB hukukundan da... Bu inançta değilsek, Mü’min de olamayız. Yaratılan hangi hadle Yaratan’ı beğenmeyecek?! Kim Allah’tan daha güzel hüküm verebilir ki? Birbirimizi rab edinmeyip, Rabbülaleminin rububiyetine girdiğimizde hem özgürlüğümüze kavuşmuş oluruz, hem de dünya ve ahiret saadetine ulaşabilmiş oluruz, Vesselam.... 

İşte yorumlarımıza ışık olan birkaç ayet-i kerime:

“İşte benim dosdoğru yolum budur. Ona uyun. Başka yollara sapmayın...” (En’am, 151)

“Yahudileri ve Hristiyanları veli (yönetici) edinmeyin. Onlar birbirlerinin velisidirler. Kim onları veli edinirse, onlardan sayılır...” (Maide, 51)

“Başımıza gelen musibetler ellerimizle kazandığımız günahlarımız nedeniyledir...” (Şura, 30)

“Allah ve Resulüne muhalefette bulunan kavmi Allah zillete düşürür.” (Mücadele, 20)

“Allah-u Teâlâ’nın vaadi vardır: İman edip salih amel işleyen kavme yeryüzünde iktidar (üstünlük, izzet) verir...” (Nur,55)