Her seçim döneminde siyasi tartışmaların odağında yer alan konular irdelendiğinde büyük ölçüde benzeri konuların gündeme alındığı kolaylıkla görülmektedir.
Bu konuların başında, ilk kez oy kullanacak seçmenlerin seçim sonuçlarında belirleyici bir etki yapması yönündeki tartışma yer almaktadır. Nitekim 14 Mayıs 2023 seçiminde de önemli bir başlık olarak bu konu karşılık buldu.
İlk kez oy kullanacak seçmen sayısı zikredilerek (ve elbette son dönemde muhalif eğilimleri güçlü olduğu varsayılan Z kuşağı vurgusu yapılarak) genç seçmenlerin sıralamayı değiştirebileceği sıklıkla ifade edildi.
Hâlbuki genç seçmenler yalnızca muhalif eğilimlere sahip bir blok niteliği taşımamaktadır. Genç seçmenlerin içerisinde farklı ideolojilere yaslanacak şekilde parti aidiyetine sahip olanlar yer aldığı gibi aynı zamanda apolitik duruş sergileyenler ya da konjonktürel olarak son düzlükte güçlü olanı desteklemeye dönük tavır belirleyenler de yer almaktadır. Konu ile ilgili yapılan uzun dönemli karşılaştırmalı araştırmalar zaten bu sonucu ortaya çıkarmaktadır. Ne var ki, bu konu tüm bu gerçekliğe rağmen her seçimde özellikle iktidar umudu taşıyan partiler açısından önemli bir beklenti olarak odak noktasına alınmaktadır.
Zemini olmayan iyimser beklentiler seçim sonrasında hayal kırıklığı oluşturabilmektedir.
Seçim dönemlerinde öne çıkan bir diğer tartışma konusu; ekonominin parti tercihlerine ne yönde etki edeceği hususudur. Kaynamayan tencerenin iktidarı götüreceği yönündeki ön kabul, uzunca bir süredir krizi derinden hisseden Türkiye’de 14 Mayıs seçimlerinde ekonominin doğrudan sonuçlara etkide bulunacağı yönünde bir beklentiyi oluşturdu.
Her ne kadar iktidar cenahı beka vurgusu üzerinden bir söylem geliştirse de, ekonomik krizin olanca ağırlığıyla sofrada kendisini hissettirmesinden ötürü beka merkezli bu söylemlerin seçmende karşılık bulmayacağı düşünüldü. Ancak netice böyle olmadı ki zaten doğru bir beklenti değildi. Bunun sebebine aşağıda değineceğim.
Seçim dönemlerinde elbette zikrettiğimiz bu iki konunun dışında dış politikanın iç politikayı belirleme düzeyi gibi başka tartışma konuları da yer almaktadır. Ancak örneklerin meramımızı anlatmak bakımından yeterli olacağı kanısındayım.
Bununla birlikte son seçim, siyasal okuma yapılırken akıldan çıkarılmaması gereken birtakım gerçekleri bir kez daha ispat eder nitelikte sonuçlar verdi.
Bunların başında, Türkiye’de siyasal ayrışma kaynaklarının halen güçlü bir oranda varlığını koruduğu net bir şekilde görüldü.
Bunun somut göstergesi, Türkiye’nin seçim coğrafyası uzun dönemli bir incelemeye tabi tutulduğunda aslında zaten görülmektedir. Bölge ve il bazında bakıldığında ideolojik olarak yelpazenin sağ ya da sol yanında var olan konumlanmanın bu seçimde de neredeyse aynı neticeyi verdiği görülmektedir.
Sağ ideoloji geleneğine oy veren seçmenlerin çoğunluğu oluşturduğu bir ilde sol ideolojiyi temsil eden bir alternatife oy kaymasının oldukça sınırlı bir düzeyde olabileceği bir kez daha görülmüş oldu.
Seçmen eğilimlerinde öne çıkan ve birbirini etkileyen iki önemli duygunun ne denli önemli olduğu da yine teyit edilen bir başlık olarak yer aldı.
Bu duygulardan ilki öfke, diğeri ise güven olarak tarif edilebilir. Seçmenlerin bir önceki seçimde oy verdikleri partiye öfke duyması tek başına tercih değişikliği yapması için yeterli olmamaktadır. Seçmenler aynı zamanda öfkelerinin karşılığında güvenle sığınabilecekleri yeni bir adres arayışına girmektedir. Şayet güven duyulacak, umut aşılayacak bir alternatif bulamazsa mevcudu korumak çok daha akıllı bir stratejiye dönüşmektedir. Zira “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayı” kimse istememektedir. Bu nedenle seçmen kerhen oy vermeyi tercih edebilmektedir. Kaynamayan tencerenin belirleyici olmaması bu yönüyle okunmalıdır. Seçmen muhalefetin ya da iktidarın ekonomiyi düzelteceğine inandığı takdirde ancak tercihini değiştirecektir.
Bu seçimde de iktidar partisinin aslında mensuplarının öfkesini yansıtacak ölçüde güven kaybı yaşadığı ancak bunun muhalefet partilerinin oluşturduğu karşı blok yerine, tıpkı 2018’de olduğu gibi, ittifak içi alternatiflere yönelmeyle neticelendiği görülmüş oldu.
Dolayısıyla 14 Mayıs seçimlerinin asıl sonucu, seçmenlerin hem iktidara hem de muhalefete uyarıda bulunmasıdır. Bu durum ise yeni dönemde siyasetin yeni açılımlara ihtiyaç duyduğunu ispat etmektedir. Bu süreci doğru okuyabilen ve beklenen açılımı yapabilen siyaset, Türkiye’nin yarınında söz sahibi olabilecektir.