Kafiledeki arkadaşım şeytan taşlamaya giderken çok yorgundu.
Arafat sonrası Müzdelife.
Müzdelife sonrası Mina.
Uykusuz bir geceden sonra, ona 10 saat yürümek ağır gelmişti.
Her yan insan.
Mahşer dekoru tamamdı.
Bir ara şöyle söylediğini duydum.
“Allah’ın şeytan taşlama ritüeline ihtiyacı olmaması gerekir”.
Söyleyen üstelik ilahiyatçı idi.
Bu yufka yürekli hanım, yaşlıların da yürüyüş konvoyunda olduğunu gördüğünde böyle mırıldanmıştı.
Gerçi çok yaşlılar tekerlekli araba ile çok hastalar da ambulanslarla taşınmakta idiler.
Kafile arkadaşım bitkin mırıldanmıştı, belki başkaları da böyle düşünmekte idi.
Oysa şeytan içimizde idi.
Kıyamete değin, müminleri yolundan çevirmeye yeminli idi.
Kimlere sataşmamıştı ki.
İbrahim ailesini iyice taciz etmeye başlamıştı.
İbrahim, eşi Hacer ile birlikte oğlu İsmail’i Allah’a kurban etmeye götürmekte idi.
Zira adak çocuktu İsmail.
Rahmana daha doğmadan önce, babası tarafından adanmıştı.
Uyarılmakta idi, İbrahim.
“Hadi, adağını yerine getir”.
İbrahim ailesi kararını vermişti, adak sahibine verilecekti.
Şeytan, bu kutlu ailenin kavi inancına haset etmekte idi.
Hacer anne idi, onu rahatlıkla kandırabilirdi.
En ciddi tavrını aldı şeytan:
“Hiç insan, evladını boğazlatır mı”dedi.
Hangi anne buna dayanır ki.
Aklından bile geçiremeyeceği bir akıbete kendi elleri ile götürmekte idi evladını.
Ne ki Hacer de, Rahman’ın aşkı dağ gibi.
Yerden hızlıca bir taş aldı ve şeytanın suratına fırlattı.
O taş, ümmetin yüzyıllarca Hacer anasını takib edip de atacağı milyarlarca taşın en ilki oldu.
Şansını bir kez daha denemeliydi şeytan.
İnsanları kandırma formatı, bunu gerekli kılmakta idi.
Babaydı İbrahim, dinlerdi onu.
Fakat kararlılığını, yüreğinden çevresine taşan Rab aşkını gördüğünde, vazgeçti.
O dağların kartalı, zaten içindeki tüm putları kırıp Rahmana sevdalanalı çok olmuştu.
Kandıramayacağını anladı.
Fakat İsmail daha çocuktu, rahatlıkla aldatabileceğini düşündü.
İştahı iyice arttı.
Bu çocuk ellerinden kaçarsa, tarihi bir zafer kazanacaktı.
Rahman ile kullarının arasını açarsa, ebedi memnun kalacaktı.
Çocuğa yaklaşıp bütün inandırıcılığını kuşandı:
“Seni birazdan kesecekler, kaç kurtul” dedi.
Hz. İsmail’de, teslimiyette annesi ve babası ile birlikte zirve idi:
“Beni yaratan Rabbimin emrine niye uymayayım ”.
Şeytan, bir çocuktan böğrüne en ağır taşı yemişti.
Kazanan bu kutlu aile oldu.
Bir annenin evladına olan şefkatinden çok daha merhametli olan Rahman, hiç kıyabilir miydi, bir çocuğun kesilmesine.
İbrahim’in oğlunun boğazına sürdüğü bıçak direniyordu.
Kımıldamıyordu, kesmiyordu.
Zira merhametlilerin en merhametlisinden “kes”emrini almamıştı.
Müjdeler meleği yüzünde kocaman bir gülümseme, elinde bir koçla göründü.
Rahmanın emrini okudu.
“İmtihandı, kazandınız. Bu koçu kesin”
Bu kez, kıyamete değin kesilecek cennet ehli kurbanlıkların hikâyesi başladı.
Aile kazandı.
Sevgi, bağlılık, vefa, sadakat, teslimiyet, tevekkül, Rahmanın aşkı kazandı.
Şeytan en acı kaybını yaşadı.
Çocuğun, annenin, babanın attığı taşın izini sürmekteyiz Mina’da.
O günkü taşlar, bugün tekrar fırlatılmakta.
Küçük şeytan, orta şeytan, büyük şeytan ile yaşanmışlıklar; zihinlerde bir kez daha canlanmakta.
İçimizdeki şeytanları kovmak, nefsimizin elinde oyuncak olmaya direniş aslında o taşlar.
Yaradan ile aramızdaki engelleri kaldırmaya bir yemin aslında.
Yoksa o taşlara ihtiyacı mı var Rahman’ın.
Bizler ama içimizdeki putları yıkmaya, şeytanları kovmaya, nefsimizi yenmeye; öylesine muhtacız ki.