Bİr düşünürümüzden dinlemiştim.

Dedesinin öyküsünü.

Birinci dünya savaşında haritaların acımasızca değiştirildiği o günlerde.

Dede henüz çiçeği burnunda delikanlı.

Üstelik üç gündür evlidir askere alındığında.

Hani bugün kırk yıldır kendilerini hâlâ yeni evli sananla inat, en yeni evlidirler henüz.

Eşine doğru dürüst veda edemeden ayrılır delikanlı.

Ellerini tutamadan.

Sımsıkı bağrına basamadan.

Anne babanın el öpme törenleri geleneğin üst basamaklarına fırladığından mıdır

İçinde fırtınalar koparak; üç günlük eşine söylenmemiş şiirler yollayarak yağan yağmurla, çıkar yola.

Gösterilmemesi gerektiğine dair öğretiler edindiği gözyaşlarını, tren camının ardındaki dağlara gömerek gider, cepheye.

Yıllarca bir daha dönemez doğup büyüdüğü topraklara.

Köyü, evi, üç günlük eşi burnunda tüter.

Ne ki savaş çok uzun sürmüştür.

O cepheden bu cepheye sürüklenmiştir.

Bittiğinde savaş.

Ne ülkesi bütündür artık.

Ne İslam diyarlarındaki minareler özgürdür.

Bölük pörçük edilmiş imparatorluktan herkes bir parça koparmıştır.

Beş parasız delikanlı, para bulup yol bulup gidememiştir bir daha.

Yurduna binlerce kilometre uzaklıktaki bir köyde çalışıp karnını doyurma savaşı vermiştir bu kez.

Aklı köyünde ve bıraktığı yârindedir ama.

Her şey öylesine allak bullak olmuştur ki.

Sonunda bu yoksul genci köylüler evlendirmişler; çoluk çocuğa kavuşmuş, ocağı tütmüştür.

Fakat hâlâ aklı bıraktığı kızdadır.

Ancak çok uzun yıllar sonra, yaşlılığında oğullarına konuyu açmış, gidin bir yurdumuzu dolaşın, şu köyü bulun, camisinde namaz kılın, mezarlığını ziyaret edin, şu isimde kızı bir sorun der.

Evlenmiştir mutlaka ama acaba sağ mıdır, onun merakındadır.

Oğul gider eski yurda.

Camiye girmek ister. Komünist rejim camileri kapatmıştır. Ceketini serip cami önünde namaz kılarken polisler gelir, büyük suç işlemiş namaz kılmıştır.

 24 saat içinde sınır dışı cezası almıştır.

Sayılı saatleri içinde koşarak kabristana gider oğul. Babasının ricası ile ölülerine dua okur.

Sonra akrabalarını bulur; o kız sağ mı, ölü mü diye soruşturur.

Sağ haberini alır.

Merak bu ya; evli mi, çoluk çocuğu var mı diye sorar.

Aldığı cevap karşısında hüzünle sarsılır.

Evlenmemiştir.

Evinde ihtiyar bir hanım olarak, hâlâ üç günlük eşini beklemektedir.

Gelmeyeceğini bile bile.

Bu hikâyeyi, o saygın düşünürümüzden dinlediğimde nasıl sarsıldım.

Yıllarca nasıl yaşadı bu kız

Hangi yalnızlıklarla, yoksulluklarla, sevgisizliklerle bir başına kaldı.

Yaşıtları bebekler alırken kucağına, o nasıl sabretti.

Üç günlük yârinin değeri bu kadar yüce miydi ki bir daha evlenmedi; oğullar, kızlar, torunlar edinmedi.

Sonra parasızlıkla nasıl baş etti.

Hadi bir karış toprağı vardı; ekti, biçti, ekmeğini çıkardı.

Ama o hain yalnızlıkla nasıl uğraştı. Gözyaşları kim bilir nasıl sel olup aktı.

Oğlu dönüp Anadolu ya o kız yaşıyor baba dediğinde, dede nasıl kahır doldu.

Seccadesine kapanıp hıçkıra hıçkıra nasıl ağladı dede.

Ah bir de bizler.

O isimleri bile bilinmeyen kızların hayatları pahasına, yaşayamadıkları aşkları pahasına bizlere bıraktıkları bu güzel yurt köşesinde, o fedakârlık abidesi kahraman kızları dualarımızda nasıl unutmaktayız böyle hoyratça.