Akşama yakın olduğu için vakit, fırından aldığı küçük pideyi sarıp sarmalayıp çantasına yerleştirdi.

Büyük alış veriş merkezlerini, çarşıları, caddeleri geçip otobüs duraklarına gelince gideceği yerin numarasını sordu. Şoföre bir daha teyit ettirdi:

-Evladım Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerine gider mi bu araç.

Sonra huzurla ilerleyip yerine oturdu. Çocukluğunun İstanbul’unu arıyordu yaşlı kadın. Annesi, babaannesi ile gittiği yerlerin kokusunu özlüyordu. Önceki akşam da Eyüp Sultan sahilinde yıldızların altında iftar etmişti. Yine fırından pidesini almış, minik termosuna doldurduğu çayın yanına o en büyük lezzetli yemeği hazırlamıştı. Ramazanın kokusu ile harlandırılmış, oruç neşesi ile pişirilmiş gönlüne dolan bu huzur taamı ile iftar sahilinde bir çocuk gibi mutlu; geçmişi, bugünü, geleceği temaşa etmişti.

Eyüp Sultan Camii’nde nefis bir akşam namazı kıldıktan sonra teravihe kadar Kur’an okumuş, sanki eski İstanbul hanımlarının palmet ve zencerek motifli mezarlarından kalkıp mesken tuttuğu camide dağıtılan tespihlere severek katkıda bulunmuştu. Cemaat dağılınca 20-30 kadar kadının gitmeyip yan mahfile çekilip revaklar altında yaptıkları sohbeti izlemişti. Mutluluk bu olmalıydı nasıl da huzurlu idi hanımlar. Konuşmalarından sahur için sahile gitmekten bahsettiklerini duymuştu, demek ki camide yatacaklardı. O da karar vermişti, bu geceyi sultanın camiinde somaki mermerler üzerinde geçirecekti, nasıl olsa pidesinin yarısı durmakta idi. Çantasını başının altına koyup kıvrılan kadınların mahfilinden ayrılıp camiin harim kısmında biraz kaza namazı kılıp o da bir köşeye kıvrıldı. Sahur saati ile uyanıp sahile akan kalabalığın arasına karıştı, ne kadar Medine kokmakta idi burası, ruhaniyet her yanı ele geçirmişti. İnce yaygısını açıp sahurunu edip tekrar camiye döndü, sabah namazı için aldığı ferahlatıcı abdest ile Yasin, Mülk, Nebe okudu. Namazdan sonra tespih çeken hanımlara katılıp daha sonra mahfile çekilip bir müddet daha uyuyup otobüslerin hareketlenmesi ile evine döndü. Ne kadar iyi gelmişti ruhuna Eyüp Sultan terapisi, aynısını Aziz Mahmut Hüdayi Camii’nde gerçekleştirmek istiyordu.

Yalnızdı yaşlı kadın, kaç gündür üzülüyordu; yaşadığı sitede havuz başına Ramazan gelmemişti, insanlar serin sularda yüzüyor, sofralar kurup atıştırıyor, ruhaniyetten habersiz oluşlarına kederleniyor, ortamın bu oruca meydan okuyan havası, ruhuna azap veriyordu. Önceki gün muhitinin iftar çadırında da aynı ıstırabı duymuştu. Sunucu iftar duasını kitara müziği eşliğinde yapmış; Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an adına yaptığı duayı dinlerken şaşırmamıştı bile. Çadırda zaten çoğu insan oruçsuzdu, ezandan önce sularını içiyorlar hararetli siyaset konuşmaları ile oruç sahilinden ne kadar uzak olduklarını gösteriyorlardı. Masasında iki genç kız ve üç tane yaşlı adam vardı. Adamlardan biri, hayatı boyunca oruç tutmadığını, dünyanın farklı yerinde Hıristiyan, Mecusi de doğabileceğini, orucu niçin tutması gerektiğini bir türlü anlayamadığını anlattı. Kızlar, “Madem Müslümansınız tutmanız gerekir” dediğinde küplere binip gururla, “Hayır, benim yüreğim bütün dinlere saygılı o yüzden hayatım boyunca oruç tutmadım” dediğinde, oluşan sessizlik ile masanın kendi içine çekildiğini, kızların susup adamın bu kez Tao ile ilgili sempatisini dinlemeye başladıklarını anımsadı. İftar çadırının ruhsuzluğu, insanların oruca saygısızlığı, hemen hemen herkesin alenen sokaklarda yiyip içtiği, Ramazan’ın uğramadığı muhitinden her akşam bir yerlere kaçarak uzaklaşmayı düşündü.

Kendisine bir program yaptı.

Sırada Fatih Camii’nde iftar vardı. Emekli tarih profesörü Celile Hanım, cebinden çıkardığı kâğıda Süleymaniye Camii’ni de ekledi, Yahya Efendi ve Yuşa Tepesi’ni de programına aldı. Bugün rotasını çevirdiği Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerinin çilehanesinin gönlüne, en mükellef sofralardan daha büyük ziyafet çekeceğini bilmekte idi.