Bir Müslüman beldeye girildiğinde dikkat çeken ilk şey kent dışındaki mezarlıkları ve uzaktan kendini ele veren minareleridir. Müslümanlar bir beldeyi fethettiklerinde yapmaları gereken ilk şey orada bir mescit yapılması, ardından da ezan okunmasıdır. Bunlar o beldenin Müslüman olduğunun ilk belirtisidir.

Minare geleneği bölgeden bölgeye farklılık arz eder. Arapların ilk dönemlerinde minareler daha kalın ve dört köşeli bir görünümdedirler. Bu, Kuzey Afrika üzerinden İspanya’ya kadar böyle uzanır. Selçuklu dönemi minareleri daha farklıdır. Müslümanların Bizans kültürüyle buluşmasından sonra gerek cami ve gerekse minare kültürü daha farklı gelişiyor.

Osmanlı geleneğinde minareler estetik zarafetleri, incelikleri ve güzellikleri dikkat çeker. Minareler cami ile uyumludurlar. Müslüman bir şehre güzellik verirler. Dışarıdan bakıldığında insanın içine bir heyecan verir. İstanbul’un silueti minarelerdir. Edirne’ye doğru gidildiğinde Selimiye Camii’nin ihtişamlı minareleri uzaktan belirir. Bu şehrin insana verdiği heyecan ve Avrupa’dan gelenler için bir muştudur Selimiye Camii’nin minareleri.

Anadolu’nun hemen bütün kentlerinde minareler kente gelmekte olanları karşılayan güzelliklerdir. Bunların zarafeti ve güzellikleri insanı içten kuşatır. Kimi zaman yeni ve modern olanları insanda farklı duygular oluşturabilir.

Müslüman şehirleri son elli yıldan itibaren kemiren olumsuzluklar devasa gökdelenlerdir. Onlar hem insanın doyumsuzluklarını hem aşırılıklarını yansıtırlar. Şehirleri kemiren bu betonarme yapıların soğuk yüzü insanı ürkütür, tedirgin ettirir.

İstanbul bir minareler şehridir. Edirne’de olduğu gibi Osmanlı döneminin Selanik’i de öyledir. Bizde bulunan panoramik görselde Selanik’in nasıl bir minareler şehri olduğu görülür.

Şimdi, İstanbul’a dışarıdan bakanlar veya herhangi bir beldeye girenler bu devasa soğuk kemirgenlerle karşı karşıya kalırlar. Camiler ise tam olarak bir kuşatma altındadırlar. Artık İstanbul’un bir minareler şehri olduğunu söylemek safdillik olur. Çünkü dört bir yanını kuşatan ve çeviren bu yapılar ruhunu da o şehre veriyorlar. Kentin oluşumu ve gelişimi de bu yapılara göre düzenlenir. Uluslararası alışveriş merkezleri, büyük devasa siteler, gökdelenler, rezidanslar yeni şehirlerin merkezini oluştururlar. Bütün yollar bu merkezlere çıkar. İnsanlar ise bu merkezlere bulanık bir su gibi akarlar. Alışveriş merkezlerine gidenler bir tapınma ve arayış duygusu içindedirler. Bu sınırsız duygu geleceklerini de kemirir. Cüzdanlarında bulunan bankaların kredi kartlarıyla geleceklerini de ipotek ederler. Aslında gelecek belirsizdir. Geleceklerini ipotek ederlerken bu bilinmez bir sürecin yaşanmasına neden olur. Bir çığ gibi giderek katlanan bir kambura dönüşür. Kredi kartı mağdurunun giderek artması ve çözümsüzlüğü bir kangren gibi. Bu devasa yapıların kutucuk ofislerine sıkışan insanların doğayla, insanla ve hayatla olan bağları kesilir. İnsanın bunalımı başka alanlarda kendini belli eder. Alkol, uyuşturucu nesneler artık bir tatmin alanı olur. Sitelerin insanının ise toprakla, komşularla, sokakla olan bağlarının kesilmesine neden olur.

Minareler salt bir siluet, bir görüntü değil bir milletin ruhunun metafizik yansımasıdır. Böyle olunca da Müslüman beldelerde, çarşı, Pazar ve yerleşimler bu ruha uygun gelişirler. Yeni yapılanmalar ve kentleşmeler ise çıkarcı, doyumsuz, hırslı ve bunalımlı bir oluşuma götürür. Büyük İslâm medeniyetinin ruhundan yoksun, ikilem içinde, yüzünü Batı’ya çevirmiş olanların bir milleti, bir şehri, bir beldeyi yönetmesi sakıncalıdır. Bir belediyenin yöneticiliğine aday gösterilenlerin veya seçilenlerin bu ruha sahip olmasına bakılmalıdır. Tercih büyük İslâm milletinin ruhuna uygunluğuna bakılmalıdır.

Kentlerimizi elimizden alan bu soğukluğa karşı büyük bir direniş ve yeni kent ruhunu inşa edici yapılanmalara doğru gidilmeli. Yoksa bunalım tam bir kangrene döner, altından kalkılamaz bir sürece girilir. İnsanımızı bekleyen en büyük tehlikeler de bunlardır.