Hukuka ve adalete olan inancın derinden sarsıldığı, toplumun adil bir düzene özleminin hızla arttığı bir süreci yaşıyoruz. Hukuk algısının yerle yeksan olduğu, adeta güçlünün hukukunun tescillendiği ve kurumsallaştığı bir süreç bu. Hakka, hukuka ve adalet duygusuna riayetin hiçbir önemi kalmamış ve bu hasletlerin salt bir güç ekseninde belirlenmesi gibi bir vahim durumun içindeyiz.
Öyle bir noktaya getirildik ki, sıhhatli bir toplumun olmazsa olmazı olan bu hasletler, toplum nazarında yeri geldiğinde ihmal edilebilir, göz ardı edilebilir şeyler gibi görülür hale gelmiş durumda maalesef. Halbuki, adil bir toplumun temel dayanaklardan birinin hakka ve hukuka riayet olduğunu söylemeye gerek bile yok. Adaletin olmadığı yerde huzur olur mu, zenginlik, bereket, adil paylaşım olur mu, karşılıklı güven ve anlayış olur mu Olmadığı meydanda tabi. Bir toplumun çürümesi ve içten içe kaynaması için gereken her şey mevcut şu günlerde.
Hukukun konjonktürel ve kişiye göre değişen bir nitelik arz etmeye başlaması, adaletin herkese karşı aynı keskinlikte olması gereken kılıcını körleştiriyor. Herkese eşit mesafede ve tutumda olması gereken adalet, güçlünün elinde iğdiş oluyor ve hakkı, hukuku müdafaa edip uygulayacağına olan inanç da yok oluyor. Adil olamayan bir toplum, fertlerini nasıl memnun edecek bu şartlarda
Bir mahkemenin verdiği kararı diğerinin kabul etmemesi, kişiye göre adalet mekanizması geliştirilmesi, güçlülerin hukuku kendi adına bir silaha dönüştürmesi vicdanları da yaralıyor. Haksızlığın, hukuksuzluğun ve dahi adaletsizliğin yayılmaya başlaması, insaf ve vicdan sahiplerini üzüyor. Gidişatın bir kaosa doğru evrildiğini görmemek mümkün değil. Tolumlar içindeki huzursuzlukların, bir kartopu misali yuvarlana yuvarlanan büyüyeceğini de hesaba katmalı.
Bu gidişatın yol açacağı çarpıklıklardan biri güçlüye her şeyin ve her yöntemin mübah olmasıdır. Özelde kişilerin ve genel olarak da toplumun hakkını gasp etmeyi, kendi hukukunu oluşturarak kendine bir hak görmeye başlamanın neticesi toplumsal huzursuzluğu ve kargaşayı artırmak olacaktır. İşin bir de inanca dair olan kısmı var ki, orada da “kul hakkı” diye bir kavram duruyor olanca heybetiyle. Kul hakkına girmek, bireylerin ve toplumun hakkını gasp etmek demektir. Güçlülerin hukuku, bir bakıma da orman kanunu anlamına geliyor tabi.
Herkesin bildiği, çocuklarına aktardığı “Hz.Ömer adaletine” örnek şu kıssa bile durumun vahametini gözler önüne seriyor. Aynı zamanda da hak, hukuk, adalet konusunda bir kuyumcu terazisi hassasiyetinde olmanın şart olduğunu gösteriyor. Hz. Ömer’in şahsi işleri için kendine ait olan, devlet işleri için ise kamuya ait olan mumu kullanması örneği bile bu dengenin önemini gösteriyor. Çok uzun boylu açıklamalara ve tahlillere ihtiyaç bırakmayan, müthiş bir örnek bu.
Bu örnekte kamu malına el uzatmamak kadar hakka riayet de anlatılıyor. Kamu malına el uzatmayan, aynı zamanda bireylerin ve toplumun da hakkına girmiyor, onların hakkını gasp etmiyor. Aslında, hukuku kendine göre şekillendirmek de bir bakıma “hak gasbıdır” ve kul hakkının en başlıca örneği olarak gösterilebilir.
Bir kere haktan sapmak, hukuku ve adaleti gözetmemek haksızlığa kapı aralamaktır. Haksızlık, toplumun bağrına saplanan bir hançer, bünyeye sızmış bir kanserli hücre gibidir. İnsanların birbirlerine karşı inancını ve güvenini sarsar, toplumun temeline dinamit koyar. Ortada hukuk bırakmaz, ki hukuksuz bir ortamın “Vahşi Batı”dan farkı kalmayacağı da ortadadır.
Hemen herkes “haksızlık karşısında susanın dilsiz şeytan” olduğunu biliyor ancak kimseler haksızlığa, hukuksuzluğa ve adaletsizliğe zerrece değinmiyor veya mümkün mertebe es geçiyor. Güçlünün yanında yer almak veya gazabından korunmak maksatlı haksızlığa ses edilmiyor yani. Hukuk, bir toplum için “doğru tartan terazi” gibidir. Ona hile karıştırıp yanlış tartmasına sebep olmanın vebali “dilsiz şeytan” olmaktan da öte olacaktır.