Cumhur İttifakı cephesine baktığımızda, insanın aklına ister istemez şu soru geliyor: Bu ülkeyi son yirmi küsur yıldır kim yönetiyor? Çünkü yapılan açıklamalara, kullanılan dile ve sergilenen tavra bakıldığında, sanki iktidar koltuğuna henüz yeni oturmuş, enkaz devralmış bir siyasi yapı konuşuyor gibi bir hava seziliyor. Öte yandan ana muhalefet cephesinde de durum pek farklı değil; en küçük bir özeleştiri emaresi dahi göstermeden, her şeyi iktidarın sırtına yükleyen, kendi siyasi başarısızlıklarını görmezden gelen bir kolaycılık hâkim. Ortaya çıkan tablo, milletin diline pelesenk olmuş “tencere dibin kara, seninki benden kara” sözünün adeta vücut bulmuş hâli ve ne acıdır ki bu iki anlayışın da ülkeye hayır getirmediği artık saklanamaz bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Tam da bu noktada, bu milletin değerleriyle kavga etmeyen, ahlakı siyasetin merkezine koyan, günü kurtarmaya değil, yarını inşa etmeye talip olan, Millî Görüş geleneğinden süzülmüş kadrolara duyulan ihtiyaç her geçen gün daha yüksek sesle dile getiriliyor.

Meclis’te yaşananları ibretle izliyoruz. Milletin sorunlarını çözmek için gönderilenlerin, kürsüyü bir kavga alanına çevirmesi, yumruk yumruğa ringe çıkmış boksörleri aratmayan görüntüler vermesi, aslında siyasetin nasıl bir çürümenin içine sürüklendiğini de gözler önüne seriyor. Sürekli “terörsüz Türkiye” söylemi dillendiriliyor ama önce terör, Meclis’in dilinden, üslubundan, öfkesinden ve tahammülsüzlüğünden temizlenmeli. Aksi hâlde bu sözler, milletin vicdanında karşılık bulmak bir yana, sadece “külahıma anlat” ifadesini çağrıştırıyor. Parlamentonun gidişatına baktığımızda ne iktidarın kendi kendini alkışlayan başarı masalları ne de ana muhalefetin bitmek bilmeyen suçlayıcı dili, sokaktaki vatandaşın yaşadığı gerçekleri örtmeye yetiyor.

Milli duruş, şahsiyetli dış politika ve savunma sanayii hamleleri üzerinden çizilen pembe tabloya rağmen, “çelik kubbe” söylemleriyle övünenlerin başkente kadar gelen dronları tespit edememiş olması, bu iddiaların ne kadar tutarsız ve afaki olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Güvenlikten ekonomiye, adaletten sosyal politikalara kadar pek çok alanda yaşanan aksaklıklar, hamasi nutuklarla gizlenmeye çalışılıyor ama hayatın gerçeği buna izin vermiyor. 2025 yılının, 2024’ten daha iyi olmadığını görmek için uzman olmaya gerek yok; çarşıya, pazara çıkan, faturayı ödeyen, kirasını denkleştirmeye çalışan herkes bu gerçeği iliklerine kadar hissediyor. “Gide de gelmeye o seneler” demiştik 2024 için, bugün aynı cümleleri kurmak içimizi acıtsa da maalesef tablo daha da ağırlaşmış durumda.

Bir de işin “yıl ilan etme” meselesi var ki, bu artık toplumda haklı bir alerjiye dönüşmüş durumda. 2024 “emekliler yılı” ilan edildi, emekliler tarihlerinin belki de en zor dönemlerinden birini yaşadı. 2025 “aile yılı” denildi; aile kurumu ekonomik baskılar altında ezildi, boşanmalar arttı, kadın cinayetlerinin arkası kesilmedi. Şimdi ise hanımefendinin “Yeni yıla sayılı günler kala Bağımsız Gelecek, Sağlıklı Nesiller” anlayışıyla 2026’yı “Bağımsızlık Yılı” ilan ettik” beyanatını duyunca, aklımızdan ister istemez “eyvah” demek geçti. Çünkü yaşananlar ortadayken bu tür iddialı sözler, umut vermekten çok kaygı üretiyor. Hatta bir yerden bakıldığında, “demek ki bugüne kadar bağımsız değilmişiz, bir yerlere bağımlıymışız ama biz bilmiyormuşuz” sorusunu da beraberinde getiriyor ki bu, toplumdan saklanan gerçeklerin itirafı mı acaba sorusunu akıllara düşürüyor.

Oysa bu ülke, üniter yapısıyla Orta Doğu’da her zaman lider, saygın ve sözü dinlenen bir devlet olmuştur. Bağımsızlığına hiçbir zaman toz kondurmamış, milli duygularını, düşüncelerini ve maneviyatını bir araya getirerek gerektiğinde dünyaya meydan okuyabilmiştir. Asıl mesele; afişlerle, sloganlarla, yıl ilanlarıyla algı yönetmek değil, bu milletin ruhunu yeniden ayağa kaldıracak sahici adımlar atmaktır. Neslimizi ve gençliğimizi milli ve manevi bir atmosfer içinde yetiştirecek, yoksulu, emekliyi, asgari ücretliyi, engelliyi gerçekten koruyacak politikalar üretmeden; 2026 bütçesi de, ondan sonraki yıllar da sadece yoksulluğun daha da derinleştiği bir tablo sunmaya devam edecektir. Bu yüzden bugün ihtiyacımız olan şey süslü cümleler değil; samimi bir muhasebe, köklü bir zihniyet değişimi ve bu millete yeniden umut olabilecek temiz, ahlaklı ve sorumluluk sahibi bir siyaset anlayışıdır, vesselam…

...