Bilge mimar rahmetli Turgut Cansever, çocukluk yıllarında

babasının evini yenilerken komşularıyla istişare ettiğini ve o yıllarda

mahallenin kendi çöplerini topladığını da anlatır. Ona göre, “Kamu eliyle

yapılacak genel planlama ne kadar sınırlı olursa o kadar iyi olur; gerisini

vatandaş daha iyi yapar…” Cansever, iki katlı bahçeli evin bu milletin doğru

tercihi olduğunu da sözlerine ilave ederek Ev ve Şehir adlı kitabında bu

konudaki tekliflerini ifade eder.

Maalesef 60 yıldan beri Selçuklu-Osmanlı bakiyesi şehirleri

yıkıp yeniden yapan bele-diyelerimizle sağ siyaset sözcüleri, hem klasik

Osmanlı mimari anlayışına sahip Cansever gibi mimarlarımızı, hem de çevreyle

uyumlu görüşleri savunan yabancı mimarları dinlemediler. İs-tanbul ve Ankara

gibi gecekondusu bol şehirlerimizin yeni yapılanmalarında yüksek katlı

apartmanlardan oluşan siteler veya bitişik nizam evler yaptılar ve sağlıksız

bir hayat sürülme-ye başlandı. Bahçeli evlere gücü yetmediği için apartmanlarda

oturmak istemeyenler de ge-lişmekte olan şehirlerin varoşlarında gecekondu

yaptılar. Onlar bu sokak sesleriyle yaşarlar.

Böylece, halkımızın önemli bir kısmı apartman daireleri

yerine, ya kendi yaptırdığı bah-çeli evlerde veya toprakla iç içe olan

gecekondularda yaşadılar. Bunu da bazen ruhsatlı, bazen ruhsatsız olarak

kullandıkları, bazıları da gerçekten sağlıksız binalarda yapmayı başardılar.

Bu yaşama biçiminin ordu lojmanlarını andıran bir örnek

apartmanlarda yaşamaktan daha iyi bir tarafı olduğu muhakkak, çünkü gerek dış

cephe mimarilerinin farklılığı, gerekse evlerin açıldığı sokak ve caddelerle

kendine özgü bir mahalle oluşturduğu biliniyor.

Gönlüne göre yaptırdığı bahçeli bir evde yaşamak isteyen

babam da Türk halkının büyük çoğunluğu gibi farklı evlerde oturduktan sonra,

ölmeden önceki 10 yılını bahçeli bir evde geçirdi. Ben de böyle bir ev hayalini

ancak 60 yaşımdan sonra gerçekleştirebildim. Fakat her özlemi duyulan şey ele

geçince hissedilen pek çok eksiklik gibi, sokak ve mahalle ile komşuluk

ilişkileri henüz eskisi gibi olamadı. Bu da kültürel değişimin yetersizliğiyle

ilgili sayılır...

Mahalle ve sınıf arkadaşlığı ilk gençlik çağında başlar,

zamanla önem kazanır. Asker arkadaşlığıyla pekişen mahalle arkadaşlığı

anlaşılmadan mahallenin namusu kavramını ve bir şehri anlatmanın imkânı yoktur.

Bizim çocukluğumuzda bu konular gerçekten çok önemliydi.

KAYBETTİĞİMİZ EV, SOKAK VE MAHALLE

Lisedeki Coğrafya dersi hocamızdan duyduğum, “Bir toplumun

medeniyet seviyesi, o insanların tabiata hakimiyetiyle ölçülür” sözünün

doğrulandığını her zaman gördüm. Böyle derslerde edindiğim değer ölçüleriyle hayata

ve çevreye farklı gözlerle bakmaya çalıştım.

Kitaplarla başlayan doğrudan ilişki, okulun ancak doğru

bilgiye nasıl ulaşılacağını gös-termesiyle olumlu bir çizgiye oturur. Yoksa ev

ve aile hayatından kopuk bir bilgi yüküyle, temelsiz bir kültür hayatına sürgün

olursunuz. Bizim nesiller biraz da böyle sürgün yaşadık…

Son 60 yılda lise tahsili yapanların bu talihsizliği sık sık

yaşadığı ve siyasetin pençesinde kıvranarak her türlü sosyal ve kültürel

parçalanmanın sancısını duyduğu görülüyor. Çünkü ev ve mahalle hayatıyla

siyasetteki gündem farklıydı. Okuldan eve, evden sokağa ve mahalleye ulaşamayan

bir bilgi yüküyle dolaştık ve doğup büyüdüğümüz yerlere de sahip çıkamadık.

Bu ülkenin gençliği iyi yetişemediği için 1950 sonrasındaki

kalkınmada, her alanda ka-lifiye eleman sıkıntısı görüldü. O yüzden de tabii ve

tarihi çevreye bize özgü biçimde yakla-şamayan, medeniyet seviyesi

taklitçilikten öteye geçememiş mimarları ve mühendisleri saye-sinde

şehirlerimiz kimliğini kaybetmiştir. Bu ülkede, evleriyle birlikte sokaklarını

ve mahalle-lerini de kaybeden pek çok nesil birbiri ardından Anadolu

şehirlerini talan etti, tarihi ve kültürel eserlerini yıkarak beton yığınına

çevirdi. Bunları önemseyip sahip çıkanları da sevmedi.

Ev ve sokak konusunu mahalle bütünlüğüyle ele almadan, bir

şehri anlayıp anlatamayız. Çünkü büyük ailelerin eski şehirlerde akraba

mahremiyetini sağlamak için oluşturdukları çıkmaz sokaktan başlayarak cami ve

kahve çevresinde toplanan insanların kendine özgü hayatı ile geniş aile

kavramları ancak büyük mahallelerde söz konusu olur. Bugün modern mahalle

durumundaki büyük sitelerle eski mahallelerin şehirlere göçen şekli olan

gecekonduları söz konusu etmezsek, sosyal ve kültürel bakımdan konuyu tam

olarak ortaya koymuş olamayız...

Elbette şehirlerdeki mahallelerle kentlerdeki sitelerin aynı

kültürü yaşadığı ve insani ilişkilerde bu kültürün değerlerini yansıttığı

söylenemez. İşte burada Coğrafya hocamızın de-ğerlendirilmesini hatırlamamak

mümkün değil: Hangi hayat tarzı daha medeni ve insani

Osmanlı mahallesini yeterince tanımaz ve onlara ait

vazgeçilmez unsurları doğru değer-lendiremezsek, buradaki bakkal ile manav ve

kasabı, mahalle kahvesiyle orada toplanan deli-kanlıların mahallenin namusu

kaygısını anlayamayız. O mahallelerde zekât ve sadaka verilecek insanların

muhtardan önce cami cemaati tarafından nasıl tespit edildiğini de anlayamayız.

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla biz yalnız atalarımızın 600

yıl egemen olduğu toprak-ları kaybetmedik, Osmanlı’nın bakış açısını da

kaybettik. Bu bakış açısı okullardan evlere, so-kaklardan mahallelere,

camilerden kahvelere, tekkelerden meyhanelere kadar egemendi.

Bugün ar ve hayâ duygusuyla edepli davranmayı, buna bağlı

olarak da ezana ve oruca saygıyı gereksiz bir mahalle baskısı gibi görenler,

aslında dünyada benzeri olmayan bir kim-liksiz hayatı savunmak durumunda

kaldıklarını neden fark edemiyorlar, anlamak imkânsız...

EDEBİYATIMIZDA EV VE MAHALLE KÜLTÜRÜ

Kaybettiğimiz ev ve aile hayatıyla sadece o dönemlere ait

sade ve temiz ilişkilerin çer-çevesindeki mutluluğu değil, sokak seslerini ve

mahallenin havasını da kaybettik. Bunu o dönemleri anlatan hatıratlarda olduğu

kadar şehir kitaplarında da görüyoruz. Yalnız folklor değil, Anadolu türküleri

ve bin yıllık tecrübelerin ürünü olan atasözlerimiz, aile ziyaretleri ve sohbet

geleneğimiz, bize gerçekten şifa verecek şifahi kültürümüzün de kaynağıdır,

onların yaşatılması gerekir. Nasıl bazı eski eser kalıntılarının bulunduğu

yerlerdeki tarihi ve tabii alanlar koruma altına alınarak maddî kültür değerleri

korunmaya çalışılıyorsa, manevi ve kültürel değerler de öyle korunmaya

çalışılmalı, bunun için de belgeseller yapılmalıdır.

Sıra geceleri yalnız belli bir çevrenin eğlence kültürünü

yaşatıyor, benzerleri her yerde özel gayretlerle canlandırılmalı, yeni nesillere

aktarılmalıdır. Belki bunların korunması için her şehirde kültür evleri kurulup

devlet ve belediye imkânlarıyla ecdat yadigârı olan maddî ve manevi kültür

mirası olan eserler toplanmalıdır. Belki sonraki yıllarda bunlardan

yararlanılır.

Osmanlı’nın son döneminde yaşamış pek çok sanat ve edebiyat

adamımızın eski İstan-bul’un konak ve mahalle hayatından büyük bir hasretle söz

ettiklerini biliyoruz. Yahya Kemal ile Abdülhak Şinasi Hisar’ın bu konuda

yazdıkları çok önemli bir yekûn tuttuğu gibi, kendine özgü bir yaşama biçimi de

sunarlar. Ahmet Rasim, A. H. Tanpınar, Peyami Safa, Necip Fazıl, Samiha Ayverdi

ve Semavi Eyice gibi yazarların bu kaybolan İstanbul kültürüne dair yazdıkları

pek çok yazı ve eser var. Bunların önemi üzerinde durmaya bile gerek yok, çünkü

her büyük yazar belli bir şehir kültürü içinde doğup büyür ve o kültür

çevresinde eser verir.

Ziya Osman Saba ile Behçet Necatigil evlerin şairi olarak

bilinirler; bunlar yaşadıkları evi yaşadığımız dünyanın ilgi çekici birer

sembolü olarak ele almışlardır. Munis bir ses tonu ile nostalji bunların şiir

diline egemendir. Sabri Esat Siyavuşgil’in Odalar ve Sofalar adlı şiiri ise, bu

eski evlerde rahat ve gamsız bir misafir edasıyla dolaşır, odaları-sofaları

anlatır. Fakat sokak ve mahalleler Anadolu hayatındaki gibi daha çok hikâye ve

romanlarda söz konusudur.

Halide Edib’in Sinekli Bakkal adlı romanı ile Mithat

Cemal’in Üç İstanbul adlı romanı, İstanbul’un belli dönemlerini anlatması

bakımından önemlidir. Hüseyin Rahmi, Reşat Nuri, Yakup Kadri ve Refik Halit de

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e doğru değişen İstanbul’un kroniğini yazmış gibidirler.

Bunların romanlarından yola çıkarak o dönemin hayatı anlaşılabilir.

Ahmet Kutsi Tecer’in Köşebaşı adlı tiyatro eserinden sonra

eski eve ve mahalleye dönüş tiyatro edebiyatında ilgi çekmiştir. Mahalle

arkadaşlığı da Orhan Kemal’de epeyce önemlidir.

Perihan Abla, Süper Baba, İkinci Bahar ve Ekmek Teknesi gibi

televizyon dizileri de sırf mahalle kültürüne özel bir önem verdikleri için

sevildi, benzerleri de yapılıyor. Demek ki milletin şuur altında hep bir eski

mahalle özlemi var, o yüzden sanatçılar bunu canlandırıyor.