15 Temmuz şehidlerinden Erol Olçok’u anlatmış kurduğu ajans. Tanıtım yazılarına “Demokrasi şehidi” başlığı atanları anlamamız beklenmesin; kendilerini iktidar partisinin resmi yazıcısı gibi görmelerine rağmen.

15 Temmuz’da savunulan vatandı, dindi.

O günün vatansızlarına ve patates dinlilerine karşı verilen bu ezme harekatına kimsenin sıfat uydurmasına gerek yok. Laiklik şehidi demelerine az kalan katip insanlar, ne için ölüneceğini hala öğrenememişlerse, bizim sözümüz artık yakın durdukları iktidardakilere olur.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “yol arkadaşım” demiş anlatmış Erol Olçok’u.

Başbakan Binali Yıldırım “Kahramanlık destanına adını yazdıran dostum” demiş anlatmış.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu “R.Tayyip Erdoğan’ın hayallerini yansıtan iyi insandı” demiş anlatmış.

Tuğrul İnançer’in, “Bu Kabe’nin manası nedir” diye sordu. Sensin dedim. Anladı ve ağlamaya başladı” deyip anlattığı Erol Olçok’u bir de sayın Abdullah Gül anlatmış. Bakın nasıl anlatmış. Tanıtım yazıcıları “Gül’ün Şövalyesi” yazmışlar ara başlık olarak.

“15 Temmuz gecesi Erol’un yaşadıklarını görmüş gibi gözümün önünden geçirdiğimde gerçek bir dava adamının reflekslerini görüyorum. ‘Kim var?’ diye çağrıldığında, sağına soluna bakmadan, ‘ben varım’ diye öne fırlayan bir şövalyeydi Erol. Bu ‘şövalye’ kişilikli karakterini, Türkiye’nin esenliği, refahı ve mutluluğu için birlikte çıktığımız zor ve zahmetli siyaset yolculuğunda defalarca göstermiş olduğu gibi, özel ilişkilerinde de gösterdi.”

“Bir şövalyeydi Erol bey..”

“Şövalye kişilikli karakter..”

Sayın Gül’ün “şövalye” sıfatını tercih etmesinin bir sebebi olmalı.

Şövalye, eski Roma’nın yurttaşı,

Fransız hükumetinin nişanı,

Derebeylerinde en alt basamak, imiş.

Sayın Gül’ün kasdı bunlardan hangisidir?

Özel eğitimle yetişmiş, ülküsü olan, soylu, atlı savaşcı da demekmiş Şövalye. Vurgulanmak istenen bu özellikler ise, bu tanım ortaçağ’da kalmıştı ve ayrıca ŞehidOlçok’un atı da yoktu.

“Türkiye’nin esenliği, refahı ve mutluluğu için birlikte…. yolculuk..” derken “Beraber yürüdük” sloganlarını hatırlatan sayın Gül’ün, şimdiki partisinden önceki yürüyüşlerinde yok mu idi o saydıkları, sorusunu akıllara düşürmesi, o öyle bilse dahi, tecrübeli bir siyasetciye galiba yakıştırılamaz.

Fakat yine de sevinilecek bazı izler bulabiliriz sayın Gül’ün Olçok anlatımında.

Mesela “gerçek bir dava adamının reflekslerini görüyorum.” Demesi.

Sayın Gül’den “Dava adamı” sıfatını duymak, nostalji koksa da güzel sayılmalı, diyoruz.

Yunan mitolojisinden “Herkül”, İngiliz edebiyatından “Hero” kelimelerini bir şifre gibi değil, bir şifre olarak kullanan ve vatanımıza “arsa” diye bakan elemanlarla hukuki mücadelesi sürerken devletimizin, bir numaralı makamında oturmuş sayın Gül’ün “Şövalye” sıfatını kullanmasında başka niyet aramayız ama, üzüntümüz bize bu yazıyı yazdırır. Hoşgörülelim.

İHTİLALLER VE YAŞANAN HALLER

Epeydir ihtilalleri tartışıyor kalem erbapları gazetelerinin köşelerinde, belagat ustalarıdatv kanallarının oturumlarında.

Elif değnek gibi. Be böbrek gibi, Te ona benzer, Se ona benzer. Cim karnında nokta, Ha ona benzer, Hı ona benzer, Dal beli bükük, Zel ona benzer... Elifbe neslinin unuttuğumuz bu tekerlemesini çağrıştırdı bana, onların şu ihtilal şuna benzer, bu ihtilal buna benzer diyerek yaptıkları analizler.

O kadar ihtilali olursa bir ülkenin, tasnif etmekte zorlanır elbette seçkinci ve taraflı gazeteci esnafı, demek kolay. Lakin onların da hayatlarını idame ettirmeleri ihtilalcilere yakınlıklarıyla doğru orantılıydı. İnkar edilemez!

Şimdi biz de burada ihtilallerin kısa bir karakter tahlilini yaparak onlara yardımcı olmak istiyoruz. Zira bilmemek ayıp değil, yanlış yorumlar yapmak ayıptır.

27 Mayıs bir alt subaylar ihtilalidir. Generalsiz olmayacağını anladıklarında o teğmen, yüzbaşı, binbaşı, yarbay ve albaylar, İzmir’e emekli Gürsel’i getirmek için uçak göndermişlerdir. (Merhum Mahir Kaynak’ın ingilizci dediği Madanoğlu konusu başka güzergahlarda tartışılmalıdır.)

Kendilerini MBK diye tanımlayan o ihtilalcilerin yararlandıkları nimetler, içten içe başka ihtilalcilerin üremesine vesile olmuştur. Tabi senatörlük müessesesini kurmaları gibi… İnönü de sahiplenmişti onları üstelik, “ihtilalciler de kendilerini emniyete almalılar” diyerek..

Tabi senatörlüğün ne olduğunu bilmeyenler, ki grup sözcüleri Suphi Karaman’ın 1965 ve takip eden seçimlerden sonra “Bize hesap sormaya gelen milletvekili ve senatörleri ikna etmekte hiç zorlanmadım” gibi demeçlerini duyan general rütbeli insanların kıskanma gibi, imrenme gibi, biz niye yapamıyoruz gibi düşünceleri, duyguları olabileceğini de bilmezler.

12 Mart, işte bu vezindeki generallerin kendilerini ispat ihtilaliydiki, erken paylaşmaya durulduğundan başarılamayacağı anlaşılınca alelacele muhtıraya döndürülmüştür.

Fakat bu başaramama bir sonraki ihtilale tetik olmuştur. Generaller de illaki başarmalılar.

“Olgunlaşmasını beklemek” cümlesiyle mana bulan o anarşi günlerini bu ülke, sırf generalleri de başarabilir icabında, duygusunu tatmin için yaşamıştır. O generallerin, başını emekli etmeyip görevini birkaç kez uzatan hükumetin 12 Eylül’e katkısı, yardımı tartışılmamış olsa da azımsanamayacak boyuttadır. “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” teşviki ve korumacılığını ise söz konusu etmesek de..

12 Eylül, Generallerin, 12 Mart’ta alamadıkları rövanşı, 27 Mayıs’ın alt subaylarından alma ihtilalidir. Ki ilk icraatları bayramlarını kaldırmak, tabi senatörlük denilen ve tariflere sığmayan o kurumu lağvetmek olmuştur.

28 Şubat’a gelince.. Bizim de ta o yıllardan beri, durumdan vazife çıkaran generallerden birinin soyadının çağrıştırmasıyla sık kullandığımız ‘Avara Kasnak’ı iyi bilmeliyiz önce.

Avara Kasnak’ın bir gücü olmamasına rağmen sürtünmeyi artırmak için kullanıldığı gibi, 28 Şubat’ın yargıcılara brifing veren, medyayı, oraya bir albay gönderirim diyerek hizalayan generalleri de kullanılmışlardır.

Yüreklerine “Bunlar bir gelirse bir daha gitmezler” korkusu düşen siyasi partileri ve particikleri de hesaba kattığınızda 28 Şubat’ın bu ülkede yapılmış en kanlı ve en kayıplı ihtilal olduğunu görürsünüz.

28 Şubat’ta bir başka korku daha vardı.12 Eylül öncesinin partileriyle milletin hesaplaşması korkusu.. ANAP’ın ertelediği bu korku, RP’nin birinci parti olmasıyla alevlenmiş, yıllarca kendilerine düşman kardeşler havası veren Demirel ve CHP taraftarları ortak cephe oluşturmuşlardır.

15 Temmuz’a gelmeden bu ülkede yaşanan “Ergenekon” “Balyoz” gibi davalar, TSK’nın 2000’li yıllarda ihtilal istemediğinin işaretleriydi. Her halükarda varlığı kabul edilen o ihtilalci nüveler, içeriden verilen bilgilerle abarttırılmıştır. Lakin burada hesabı küçük yapılan, o nüveleri komplo dosyalarıyla büyütmeye çalışan ve dışarıya bağlı olduğu bugün anlaşılan o gücün merhametsizliğidir, hatta durmayacaklarını toplamaya dahil etmemektir.

15 Temmuz, çok hedeflidir. Türkiye’yi ne kadar zararlandırırsam kardır, arzulu devletlerin desteğinde, vatanlarını dünyanın diğer toprak parçalarından farklı görmeme eğitimi almış, arsa değeri biçen insanların ihanet girişimidir ve ihtilal değildir.

27 Mayıs’tan, 12 Mart’tan, 12 Eylül’den daha fazla “Geliyorum” gürültüsü çıkarmasına rağmen, iktidar elemanlarınca önemsenmemeleri, içimize oturan bir acıdırki, büyüklüğü 15 Temmuz gecesine eştir.

15 Temmuz’da kanlarını ve canlarını esirgemeyenlerin, 1940’lardan beri, bunlar devleti yıkacaklar, bunlar cumhuriyet istemiyorlar suçlamalarıyla yaşadıklarını ve kendilerini üstün, değer bilici gören oligarşik kafalılara o gece bir cevap, bir ders verdiklerini de kimse unutmasın. Ki o suçlayıcıların yüzsüzlükleri işte bu hezimetlerinden kaynaklıdır.

“ADALET” İÇİNSE BİR YÜRÜYÜŞ...

Geçtiğimiz Perşembe’nin Milli Gazete’sinde şairlerimizden Hüseyin Akın’ı okuyorum. Alıntıladığım yerler “Koşun, bir cümle kuruluyor çok yakında bir yerde” başlıklı yazısından

“Neredeyse bir asırdır ‘Şeriat’ kelimesini Demokles’in kılıcı gibi insanların kafasında tutan acınası bir zihniyet var. Yüz yıl öncesinde de aynı kelimeyi dilinde mazeret, elinde sopa olarak kullananlar olmuş.

‘Şeriat isteriz’ diye bağıranların istedikleri “adalet”ten başka birşey değildir aslında.

‘Şeriat’ kanun demektir.

Şeriatsızlık kanunsuzluğa eşdeğerdir bu anlamda.”

Bu makalesi şairimizin, beni aldı götürdü çocukluğuma. Sizlere de anlatmalıyım.

Amcamla ortak bir küçük manifatura dükkanımız vardı. Amcam sıhhiye. Çağırıldığında bisikletine atlar, uzak yakın demez şehrin her mahallesine giderdi.

Okul sonrasının bir ikindisi olmalı. Dükkanda babamla oturuyoruz. Birisi geldi, asabiyetini belli edercesine babama doğru eğildi ve biraz da sertçe,

“Salih emmi! Şeriat istiyorum” dedi.

Şeriat’ı duyuyordum. En çok da insanların “şeriatın kestiği parmak acımaz” dediklerinden biliyordum. Öğretmenlerimizin anlattığı “tehlike” ise bana hep yabancı olmuştur. Ayrıntı yok şimdi.

Babam, mahallenin ihtiyarlarındandı. Dükkanının bulunduğu han sokağındaki esnafların çoğu akranıydı, cami arkadaşıydı.

Bazı sabahlar amele pazarında görürdüm onu. Çok konuşmaz, insan içinde pek bulunmazdı. Şeriat isteyeni diyorum. Neden babama gelmişti ve sonrasında ne konuşmuşlardı, bilmiyorum. O gidince, beni sendika kahvehanesine gönderdi babam. Adını verdiği birini, gittim çağırdım.

Birlikte çaylarını içerlerken, babamın, babanı tanırdım, rahmetli ağabeyin arkadaşımdı gibi yakınlık anlatan cümleler kurduğunu duymuştum. Çağırdığım adamın, dediğin olsun Salih ağa diyerek uzattığı parayı, şeriat isteyen tekrar geldiğinde ona verdi. Bana da, yevmiyesini birgün eksik hesaplamışlar, izahını yapmıştı.

Şehrin onca hocası ve müftüsü varken, babamdan birinin “Şeriat istemesi” yaşadığım şaşkınlıklarımdandır.

Ama şairimiz Hüseyin Akın’ın vurguladığı gibi, meselenin adalet oludğunu da o yıllarımda anlamıştım.

Yazıları kesip saklanan gazetelerden değildir Milli Gazete. Bütünüyle saklanan yegane gazetedir. Saklamayanlar da interneti iyi bilenlerdir mutlaka. Yani bahis mevzuu ettiğimiz, bu şair yazısı dahil, havanıza göre, Milli Gazete yazılarını tekrar okuma haklarınızı kullanmaktan kaçınmayın da diyoruz.

DEVEYE SORMUŞLAR O NE DEMİŞTİ?

Sosyal medyada paylaşılan bir yanlışlık üzerine karşı tezler, diye başlarsak, hafıza-i beşer, nisyan ile malüldür, deyimini hatırlatırız insanımıza.

Tüm özelliklerini bir kenara koyun, bilmemesi, istihbaratının olmaması mümkün mü K.Evren’in. Hem de namaz gibi açıkta yapılan bir ibadeti.

T.Özal’ı iyi müslüman diye tanımlayanlar, namaz karşıtlığı iftirasıyla neyi yıpratmak, neleri yıkmak istiyorlar acaba?

Türkiye, Rusya değildir. T.Özal’dan Cevher Dudayev çıkmaz. Çağrıştırma boşunadır.

Şehirleri dolaşırken “Ben hoca çocuğuyum” diyen K.Evren’i bu durumda nereye koyacaksınız?

Nurosmaniye camiinde o günlerde bir cuma günü hutbedeki hocanın, K.Evren’in birçok çocuğu İstanbul Kur’an kurslarına yerleştirdiğini anlatmasını nasıl açıklayacağız. (Ben şahidim.)

12 Eylül öncesi, K.Evren’in kızları ve damatları istihbaratta olduğundan, gücü diğer generallerden çok fazladır, efsanesi dolaşırken dillerde, K.Evren’in en yakınındaki isimlerden biri de T.Özal’dı. 14 Eylül pazar günü bizzat K.Evren’i ziyaret ederek ihtilali ekonomik krizden kurtardığını bilmeyenler, böyle paylaşımlarla büyük yanlışlar yapıyorlar.

Arşivlere bakıldığında, K.Evren’in böyle bir cümle kullandığı ispatlanırsa, bu şu demektir: T.Özal’ın desteğe ihtiyacı vardır.

ABD’nin “Bizim çocuklar” dedikleriyle, Bush’un montunu giymiş T.Özal’ı ayrı dünyaların insanları gibi göstermenin kime ne fayda sağlayacağı iyi bilinmelidir. Yoksa cehalet başa bela olur.