Küçük bir çocuk bir dükkânın vitrininde gördüğü “Satılık Köpek Yavruları” yazan tabelaya bakar ve içeri girerek dükkânın sahibine köpek yavrularının fiyatını sorar. Adam en küçük yavrunun 50 dolar olduğunu söyleyince çocuk elini cebine atar ve iki dolar otuz beş sentim var der. Adam çocuğun elindeki paraya bakar ve ıslık çalarak anne köpeğe işaret eder. Az sonra anne köpek yavruları ile birlikte içeri girer ve koşturmaya başlar. Arka taraftan aksayarak gelen yavru çocuğun dikkatini çeker, oldukça çelimsiz olan köpek yavrusuna yaklaşır ve başını okşar. Çocuk yürümekte güçlük çeken bu yavru ile hayatı arasında bir benzerlik bulur ve adama döner, “Neden aksıyor?” diye sorar. Adam, “Veterinerin dediğine göre kalçasında bir kemik eksikmiş” der. Çocuk başını kaldırır, “Ben onu satın almak istiyorum” der. Adam, “Eğer bu engelli yavruyu istiyorsan sana ücret almadan verebilirim” deyince, çocuğun yüz hatları değişir, “Hayır diğerlerinin ücreti ne ise buna da aynı ücreti vermek istiyorum” der. Adam, “O sakat yavruyu ne yapacaksın, bu hayvan hiçbir zaman diğerleri gibi koşup oynayamayacak” der. Çocuk pantolonunun paçasını kaldırır ve iki çelik bağla desteklenmiş olan ayağını gösterir, “Ben de koşamıyorum, bu yavrunun da kendini anlayacak birine ihtiyacı var” der… (Tavuk Suyuna Çorba, Jack Canfield, Mark Vicdor Hansen, Koridor Yayınları)
Hikâyeler kıyıda kalanların, gözden çıkarılanların ifade edemedikleri duygularını resmeder ve yaşanmışlıkları tecrübeye dönüştürerek toplumun vicdanına sunar. Engelli bir çocuğa küçümser bir tavırla bakan insanlar o çocuğun hikâyesini okuduklarında vicdanlarında bir sızı hisseder ve duygudaşlık kurarlar. Anlatamadıklarımızı konu edinen hikâyeler insanlığın vicdanını harekete geçirecek kadar etkindir. Ve eser kim tarafından kaleme alınmış olursa olsun hikâyenin içeriğinde hepimizin hayatından bir parça mutlaka vardır.
Doğuştan ayak kemiği eksik olan bir köpeği satın alan engelli bir çocuğun hikâyesi, zayıflara karşı küçümseyici bir tutum içinde olanların çoraklaşmış dünyalarına götürür bizi… Ve duyguları aynı rengi taşıyanların birbirlerini daha iyi anlayabileceklerine işaret eder…
Hikâye, insan olarak taşıdığımız zaaflara parmak basar. Nitekim yürümekte güçlük çeken köpek yavrusunu atık bir eşya gibi gören ve değersizleştiren kişinin durumu gündelik hayatta hepimizin sıklıkla rastladığımız bir tavırdır.
Ne ilginçtir ki, merhameti ile şiddetini aynı kapta taşıyor insan ve tercih ettiği şey ne ise onunla bütünleşiyor. Sıradan insan gücü seviyor, güçten besleniyor ve güçlünün yanında yer almak istiyor. Gücünü sevgiden alan erdemli kişiler ise zayıfların, hak ihlaline uğrayanların, seslerini kimseye duyuramayanların yanında yer alıyor ve onların dertlerini omuzlarına alarak toplumun kalbinde bir yer ediniyorlar.
Acıları aynı rengi taşıyanlar bir araya geldiklerinde özdeşim kuruyor ve muhataplarının hikâyelerinde kendilerini görüyorlar. Bana eşekten düşeni getirin ifadesi ile hafızalarımıza kazınan bu durum, anlaşılmaya ve değerli olduğumuzu hissetmeye olan ihtiyacımızı ortaya koyuyor aynı zamanda. Muhatabımızın hikâyelerinde kendi dışlanmışlığımızı, değersizleştirilmişliğimizi görüyor ve onunla yakınlık kurarak zorbalığa başkaldırmak istiyoruz. Vicdanları ile bağını koparanların açtığı yarayı kendi imkânlarımızla sarmaya çalışıyoruz… İlginç değil mi?