Okullarda yıllarca Türkiye’de bir zamanlar kırsal nüfusun çoğunlukta olduğu bir ülke olduğu ve zamanla bu kırsaldaki yoğunluğun şehirlere doğru kaydığı öğretildi. Hala da öğretilir. Ki doğrudur da. Burada sorunlu olan durum, bu değişimin Türkiye’nin gelişmesi olarak takdim edilmesi, “şehirleşiyoruz” başlığı altında kırsal yerlerin, köylerin, kasabaların tu kaka edilip şehirlerin yüceltilmesi oldu.

Evet, şehir olgusu önemlidir, medeni olmak (Medine’den türemiştir), şehirler öncülüğünde bir medeniyet kurmak elzemdir. Gelişmekten, kalkınmaktan bahsedilecekse, elbette ki şehirlerin ağırlığı da artacaktır. Ancak bunun sıhhatli örneğinin Türkiye olmadığını peşinen söylemek gerek.

Türkiye’de kırsalın önemini yitirip şehirlerin, kentlerin önem kazanması, planlı, düzenli, akla, mantığa, bilime, tarihi ve kültürel birikime uygun şehirler kurarak gerçekleşmedi.  Yanlış ekonomi ve dahi tarım politikaları neticesinde işsiz kalan insanların, geçim derdiyle akmasından meydana geldi şehirlerimiz. Nüfus hareketi neticesinde türeyen, hasbelkader oluşmuş, plansız, vizyonsuz kurulan kentler, Türkiye’nin gelişmesinden ve bunun neticesinde şehirleşmesinden kaynaklı olmadı yani. Kentleşme serüvenimiz, apartman ve gecekondu arasına sıkışan kentler gerçeğini doğurdu. Biri güya modern yaşamın, şehirli olmanın olmazsa olmazı gibi sunuldu, diğeri de onun anti tezi. Halbuki, ikisi de bizim her işte olduğu gibi bunda da görülen hesapsız kitapsız oluşumuzun, plansız, akla, mantığa ve bilime uygun davranmayışımızın nişanesi oldular. Tarihi ve kültürel mirasımız addettiğimiz eski yapılarla kentleşme sembolü saydığımız apartmanları kıyaslayın ve hangisi gelecek kuşaklara aktarılacak bir düşünün. Bu kıyas bile çok şey anlatır.

Ekonomi politikalarını, istihdam politikalarını ve bunun neticesinde şehirleşme politikalarını gelişigüzel ve olası etkilerini hesaba katmadan ele aldığımızdan, göç hala bir toplumsal sorun olarak devam ediyor. İş bulamayan veya artık karnını doyuramayacak duruma gelen taşradaki insan, ister istemez şehirlerin, hatta büyük şehirlerin yolunu tutuyor. Önceleri taşradan, köyden, kasabadan şehirlere göç etmek zorunda kalan insanlar, şimdilerde “şehirler”den “büyük şehirlere” akın ediyor.

Yatırımların sağlıklı bir şekilde dağıtılmaması, iş imkanlarının belli bölgelerin ve şehirlerin tekeline geçmesine neden olmuş durumda. Örneğin Marmara Bölgesi, özellikle de İstanbul, Türkiye’de yaşayan insanlar için her manada bir “cazibe merkezi”. Ve sanki az rağbet varmış gibi hala daha insanların göç etmesini teşvik edecek yatırımlar İstanbul’a yapılıyor. Bu da Anadolu’nun boşalması sonucunu doğuruyor haliyle. İstanbul’un balon gibi şişmesi, yaşanabilir olmaktan çıkması da cabası.

İlk olarak apartman, sonradan da gecekondu furyasıyla giderek kendi kimliğini ve dokusunu yitiren İstanbul, Türkiye’de uygulanan yanlış kentleşme politikaları neticesinde mahvedilmekte olan şehirlere en iyi örnek. Önceleri “taşı toprağı altın” diye nitelenen binlerce yıllık bu güzide şehre, şimdilerde “rantın başkenti” yaftası vurulmuş durumda. Her santimetrekaresi, her boş alanı, her yeşilliği adeta bir Moğol istilasına uğramış gibi “yatırımcıların”(!) gözdesi… Arsa ve konut fiyatları şişmiş durumda ve hala yükseliyor, şehir hem nüfus olarak hem de yüzölçüm olarak sürekli genişliyor, giderek yaşanamaz bir karaktere bürünüyor.

İstanbul özelinde gerçekleşen bu durum, Türkiye’nin son yıllarına damga vuran ve başrolünü inşaatla büyümenin üstlendiği bir “kent yağması” vakıasından ibaret. “Dikeyden yatay mimariye geçiş” kararı vererek adeta bütün sorunları çözecekmiş algısına oynayan ve tüm bu yaşanan “kent yağmasını” görmeyen bir akıl, şehirlerimize nüfus akınını da tarihi ve kültürel dokunun tahribatını da dert olarak görmüyor.

Türkiye, sağlıksız ekonomik büyümesinin göçe zorladığı yığınların yanına bir de “kentleşiyoruz” maskesi altında yağmalanan şehirlerini koyuyor. Moğolların Bağdat’ı yağmalamasına doğru gidecek herhalde bu iş.