İsrail, Lübnan’da Hizbullah’ın ikinci adamı olan Genelkurmay Başkanına nokta atışı yaparak katletti. Gazze’de, Lübnan’da ve İran’da son dönemlerde gerçekleşen suikastların çoğu klasik istihbarat mantığıyla açıklanamayacak kadar kusursuz ve izsiz eylemler olarak dikkat çekiyor. Elektronik sinyal izi olmadan gerçekleşen patlamalar, içerden bilgi sızmasına imkân tanımayacak derecede kapalı güvenlik çemberlerinin yarılması ve tüm bunların saniye sapmadan aynı anda uygulanması doğal olarak zihni alışıldık açıklamaların dışına itiyor. Lübnan’daki son saldırı bir hedefe yönelikti, aynı saldırıyı binlerce kilometre ötede İran’da çok sayıda ve her biri çok önemli kişilere aynı anda yapabilmişlerdi. Bölgedeki bu kusursuz saldırı zinciri insanı ister istemez daha geniş bir soru alanına götürüyor. İsrail, klasik istihbarat kapasitesinin ötesinde, bilinç–teknoloji tabanlı yeni bir operasyon yöntemine sahip olabilir mi?
Aslında bu soru ilk bakışta provokatif görünür. Hatta “komplo teorisi” izlenimi bırakır. Ne var ki modern bilimin kendi içindeki kırılmalar, kuantum fiziğinin zaman algısını parçalayışı, nöral implant teknolojilerinin geldiği seviye ve bilincin mekâna bağlı olup olmadığına dair tartışmalar bu soruyu tümden dışlamak için yeterli zemin sunmuyor. Tarih boyunca her büyük sıçrayış önce reddedilmiş, ardından utanarak kabul edilmiş gerçekliklere dönüşmüştür. Bugün imkânsız görünen her şey yarın soğukkanlı bir laboratuvar raporuna dönüşebilir. Bu nedenle suikastların karanlık anatomisini daha geniş bir çerçevede sorgulamak kaçınılmaz bir entelektüel görevdir.
Yerleşik Olmayan Bilinç Modeli ve Askerî Kullanım Alanları
Modern nörobilim, bilincin sadece beynin içinde üretilen bir “biyolojik yan ürün” olduğunu söyleyen geleneksel modeli çoktan zorlamaya başladı. Bazı teoriler bilincin evrende yerleşik olmayan, yani mekândan bağımsız bir düzlemde var olduğunu ve beynin ise bu bilinci üretmek yerine yalnızca “tuning yapan” bir alıcı görevi gördüğünü savunuyor. Bilincin kuantum ölçeğinde faaliyet gösterdiğine dair tartışmalar zamanın doğrusal olmayabileceği yönündeki fiziksel bulgular ve gecikmeli seçim deneylerinin ortaya koyduğu şaşırtıcı sonuçlar zihnin mekânsal sınırlarının düşündüğümüzden çok daha geniş olduğunu ortaya koyuyor.
Modern bilincin yalnızca beynin ürettiği bir yan ürün olmadığı, aksine kuantum ölçeğinde işleyen ve mekâna bağımlı olmayan bir alanla ilişkili olabileceği yönündeki tartışmalar sanıldığının aksine komplo teorilerinden değil oldukça ciddi bilimsel araştırmalardan beslenmektedir. Roger Penrose ve Stuart Hameroff’un Orch-OR modeli, bilincin nöronların içinde yer alan mikrotübüllerde kuantum süreçler aracılığıyla ortaya çıktığını savunurken Wheeler ve Kim gibi fizikçiler, gözlemin zamanın akışını etkileyebildiğini göstererek bilincin klasik fizikle açıklanamayacak bir rolü olabileceğini ortaya koymuştur. Öte yandan CIA’in resmî olarak yayımladığı Project Stargate arşivleri, ABD ordusunun onlarca yıl boyunca “uzaktan algılama” ve bilinç temelli istihbarat yöntemleri üzerinde sistematik çalışmalar yürüttüğünü göstermektedir. Dolayısıyla bilinç–mekân ilişkisine dair bu tartışmalar bilimsel zemini olmayan fantastik iddialar değildir. Bunlar, fiizik, nörobilim ve istihbarat tarihinin kesişiminde ortaya çıkan ciddi ve giderek genişleyen bir literatürün konusudur.
Bu paradigma uzun yıllardır büyük devletlerin istihbarat servislerinin de radarında. ABD’nin Stargate Projesi, Sovyetlerin psişik harp birimleri, CIA’in uzak-görüş deneyleri ve askeri telepati araştırmaları insan zihninin mekân-dışı algılama kapasitesine yönelik resmî, devlet destekli girişimlerdir. Bu çalışmaların çoğu sonuçsuz gibi gösterilmiş olsa da gerçekte hiçbir istihbarat servisi, kontrol edilebilir bir bilinç kanalını tamamen terk etmez. Dolayısıyla İsrail gibi agresif bir AR-GE gücünün özellikle Suriye, Lübnan, İran ve Gazze gibi yoğun istihbarat mücadelesi verilen bölgelerde bilinç–teknoloji ilişkisinin askeri kullanımını araştırmış olması şaşırtıcı olmaz. İleri sinyal işleme teknikleri, nöral implantlar, trans-indüksiyon yöntemleri ve zihin–makine arayüzleri birleştirildiğinde fiziksel mekânın dışına taşan bir algı veya “bilinç-drone” denilen yapılar teorik olarak imkânsız olmaktan çıkar.
Bu bağlamda, Ortadoğu’daki suikastların izsizliği, operasyonların mükemmel bir senkronla yürütülmesi ve hedeflerin adeta “içeriden bir göz” tarafından tespit edilmiş olması, bilinç temelli operasyon yöntemlerinin kullanılmış olabileceği fikrini bir adım daha makul kılıyor. Bu hâlâ bir ihtimaldir ancak modern bilimin geldiği noktada artık tamamen dışlanamayacak bir ihtimaldir.
Gazze, Lübnan ve İran Suikastlarının Kusursuzluğu
Ortadoğu’daki suikastları tek tek değerlendirdiğimizde karşımıza tekrarlayan olağanüstü bir tablo çıkıyor. Gazze’de hedef alınan isimler çoğu zaman yerin altına gizlenmiş, hücre benzeri yapılarda yaşayan, elektronik iz bırakmamak için özel koruma protokollerinin uygulandığı kişiler. Buna rağmen saldırılar milimetrik doğrulukla gerçekleşiyor. Lübnan’da Hizbullah yapılarına yapılan saldırılar da aynı kusursuzlukla yürütüldü. Belli bir binanın içindeki tek bir kişinin öldüğü, ne drone görüntüsü ne uydu izi ne de başka bir ajanın varlığıyla ilişkilendirilebilecek bir saldırı türü ortaya çıktı. Üstelik hedefin yalnızca bulunduğu odanın infilak ettiği vakalar bile yaşandı.
İran’da idarecilere, şehit Heniye’ye, ordunun bütün üst kademesine ve bilim insanlarına yönelik suikastlar ise başka bir boyutun kapısını araladı. Ateş eden bir insanın bulunmadığı, tamamen uzaktan yönetildiği iddia edilen mekanik bir silah sistemiyle gerçekleştirilen saldırılar klasik istihbarat teorilerinin sınırlarını çoktan aşmış görünüyor. Burada asıl dikkat çekici olan, operasyonların sadece teknik olarak imkânsıza yakın olması değil aynı zamanda “hedefin konumunun” kusursuz şekilde bilinmesidir. Bu da ister istemez şu soruyu gündeme getiriyor. Bu konum bilgisi bir ajan tarafından mı alındı, yoksa bir zihnin mekânsal sınırları aşarak edindiği bir algı mı operasyonun altyapısını oluşturdu? İran, saldırılardan sonra çok sayıda kişiyi casus diye tutukladı ama onlar saldırılara aktif katıldıkları için değil kullanışlı aparatlar olarak görüldükleri ile tutuklandılar.
Bu sorunun cevabı şimdilik karanlıkta fakat suikast zincirinin doğası, klasik iz sürme yöntemlerini yetersiz bırakacak kadar sıra dışı. Eğer bir operatör trans hâlinde ya da nörolojik bir arayüzle hedef bölgeyi algılayabiliyorsa fiziksel sızma ihtiyacı ortadan kalkar. Geriye sadece harekete geçirilmesi gereken bir patlayıcı, bir mekanizma veya bir sinyal kalır. İşte İsrail’in özellikle “iz bırakmayan” operasyonlarda gösterdiği üstün performans böyle bir modelin kullanıldığını düşünmeye elverecek kadar ilginçtir.
Bu ihtimale itiraz edenlerin en büyük savı şudur. “Bu bilim-kurgu.” Ancak bilim-kurgu çoğu zaman geleceğin haberidir. Ya o gelecek geldiyse? Yapay zekâ, beyin–bilgisayar arayüzleri, otonom dronlar ve nano-sinyallerin bugün geldiği nokta düşünüldüğünde bilincin operasyonel bir araca dönüşme ihtimali artık sadece felsefi bir tartışma değildir.
İsrail’in Bu Teknolojiyi Kullanmış Olma İhtimali Komplo Teorisi mi?
Bu noktada asıl soru şudur. İsrail gerçekten bu tarz bir bilinç tabanlı teknolojiyi kullanıyor olabilir mi? Kesin bir yanıt vermek mümkün değil ancak İsrail’in teknolojik yatırımları, istihbarat geleneği ve psikolojik harp kapasitesi hesaba katıldığında bu ihtimal en azından tartışmaya değer bir alan sunar. İsrail, dünyanın en büyük savunma sanayii inovasyon merkezlerinden biridir. Mossad, sadece saha ajanlığı değil, aynı zamanda zihin kontrolü, bilişsel manipülasyon, psikolojik operasyonlar ve davranışsal analiz üzerine ciddi bir literatür üretmiştir. Ayrıca İsrail’in, ABD’nin DARPA projeleriyle paralel yürüttüğü bilinç ve sinyal manipülasyonu araştırmalarından tamamen uzak kaldığını söylemek gerçekçi değildir. Bu savaşı da zaten İsrail tek başına yürütmüyor. Biz Amerika’nın İsrail’e sadece silah ve mühimmat verdiğini mi düşünüyoruz?
Bugün “teknolojik olarak imkânsız” dediğimiz pek çok şeyin 10 yıl sonra devletlerin resmî kapasitesine dönüşmesi olağan bir durumdur. 1990’larda hayal olan drone suikastları bugün sıradanlaşmış, 2000’lerde imkânsız görülen yapay zekâ destekli hedef tespit sistemleri bugün savaş alanlarında norm hâline gelmiştir. Dolayısıyla bilinç–teknoloji tabanlı operasyon imkanlarını tamamen reddetmek modern istihbaratın doğasını anlamamak olur. Zira istihbarat servisleri sadece mevcut teknolojiyi değil, gelecekte var olabilecek tüm teorileri de potansiyel bir silah olarak görür.
Bu nedenle, bilinç tabanlı operasyonların bugün hâlâ “komplo teorisi” olarak anılması onların gerçek olmadığı anlamına gelmez. Aksine henüz açık edilmemiş olabileceğine işaret eder. Zira her devlet özellikle de İsrail gibi yüksek teknoloji devletleri avantaj sağladığı sürece gizli projelerini kamuoyundan uzak tutmak ister.
İslam ne diyor? Müslümanlar ne yapmalı? Korkmalı mıyız? Anormal bir durum var mı?
Gazze, Lübnan ve İran’da gerçekleşen son derece sofistike suikast zinciri klasik yöntemlerle açıklanamayacak kadar kusursuzdur. Bu kusursuzluk bilinç–teknoloji tabanlı operasyon ihtimalini tamamen gerçek dışı olmaktan çıkarıp ciddi bir analitik seçenek hâline getiriyor. Belki bu teknoloji bugün kullanılıyor. Belki sadece bir prototip aşamasında. Belki de henüz resmî olarak yok. Ancak suikastların yapısı klasik istihbarat teorilerinin sınırlarını çoktan zorladığı için, bu yeni ihtimali tartışmak kaçınılmaz. Komplo teorisi gibi görünen şey belki de geleceğin askeri doktrinidir. Ve Ortadoğu’da yaşananlar bu doktrinin ilk saha testleri olabilir.
Bu, korku ve ümitsizlik veren bir bilgi olarak değil sadece daha fazla teyakkuz gerektiren bir bilgidir. Biz Müslümanlar şeytanın ve onun insanı aşan desiselerinin hakikat olduğunu biliyoruz. Bunlar da olsa olsa şeytanın insana karşı bu dönemde kullandığı savaş aletlerinden bazılarıdır. Mümkündür, beklenendir, anormal bir durum yoktur. Şaşırmıyoruz. İmtihanın doğasında bu vardır. Her çağın kendine özel durumu vardır, her çağa özel imtihanlar da vardır. Hep aynı imtihan türü ile karşı karşıya olsaydı insanoğlu, bu bazıları için oldukça basit bazıları için de inanılmaz zor olurdu.
Bununla birlikte Müslümanlar için asıl mesele, teknolojinin veya bilincin hangi boyuta taşındığı değil, hakikatin her çağda değişmeyen ilkesidir. Kur’an’ın defalarca hatırlattığı üzere Allah’ın izni olmadan hiçbir güç, hiçbir teknoloji, hiçbir gizli plan gerçekleşmez. Bu sebeple Müslümanların tavrı paniğe kapılmak değil farkındalığını derinleştirmek, ahlâkî ve zihinsel sağlamlığını korumak ve “hakikate karşı kurulan tuzakları boşa çıkaran” ilahî düzen için çalışmaktır. İmtihan ağırlaştıkça tefekkür genişler ve insan hem aklını hem imanını daha olgun bir seviyede kullanmak zorunda kalır. Düşmanın taşla sopa ile saldırdığı bir düzlemde mücadele etmek ile bilinç–teknoloji tabanlı silahlarla mücadele etmek aynı terazide tartılmaz elbette.
Dolayısıyla bu tür gelişmeler bizim için yenilmişlik alameti değil, daha dikkatli, daha şuurlu ve daha köklü bir direniş bilinciyle hareket etme çağrısıdır. İnsanın iradesi, sabrı ve imanı korunursa şeytanın veya şeytanî güçlerin hiçbir hilesi nihai sonuç üzerinde belirleyici olamaz. Çünkü kaderi yazan kudret onların tüm hesaplarının üzerindedir.