BAŞKANA SORULUR MU BİR REKTÖR
Mikrofonun kapalı olduğu sanılarak yapılmış bir diyalog sosyal medya üzerinden tüm ülkeye yayılırken, şairin “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar” mısraındaki isyanın canlılığını akıllara düşürdü.
“– Rektörden mutlu musunuz?
– Çok kötü, çok kötü; deli deli!”
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın bir sorusuna, Gaziantep Belediye Başkanı Sayın Fatma Şahin böyle cevap vermiş.
Bir rektörü bir belediye başkanına sormak, hemen iki ihtimal var dedirtir sosyologlara. Birincisi, o partili belediye başkanı, sıfatının daha yukarılarına taşınmak istenirse; yakınlarda yaşadığı bazı olaylara, gazeteci dövülmesi gibi, sessiz tanıklığı, havasında ve hevesinde azalmalar oluşturduğunda mesela; sorulanı değerlendirme gücü böyle gösterilerek, art sarsıntılar önlenir.
İkinci ihtimal ise rektörleri, ki üniversitelerin hepsi belediyesi ve başkanları olan şehirlerde kurulduğundan, bir hizaya çekmek ve denetimlerinin siyaseten böyle yapıldığını delillendirerek göstermek.
“Sizin rektör için sizin başkan kötü demişti, bizim rektör için bizim başkan eh idare eder işte demiş”, gibi akademisyen diyaloglarının şehirlerarası dolaşım turuna çıkmasının ülkeye ne katkı sağlayacağını, bize bu yazı ilhamını veren AKP’li dostum anlatsaydı memnun olacaktım.
Neden ‘’Kötü, deli’’ gibi sıfatlar kullanan o başkana doğru dönüp, atama yapanda hata bulan olmak, size fazla gelmez mi? Sizin başkan olmanızı da o istediğine göre…’’ Diye devam eden bir cümle kurmadınız da demiştim halbuki.
“İşte böyle oyuna geliyorsunuz” iddiasındaydı AKP’li dostum; söz konusu ettiğim o diyaloğu okuyup “ Allah Allah” çektiğimde.
“Sayın Cumhurbaşkanı’mız o soruyu, o başkana soracak başka zaman ve yer bulamadığı için mi sordu? Hem ülkedeki bütün mikrofonlara camiler dahil konuşan biri, bir mikrofonun açık yahut kapalı olmasına hükmedemez mi?”
Galiba haklıydı AKP’li dost. İçinde bulunduğu partiyi ve siyasetçileri üst düzeylerde tanıması normaldi. Onların “zafer” saydıklarını, yani rektörlere yeni bir endişe, belediye başkanlarına Tanrı Dağı kadar teftişçilik gururu tattırılmasını belki bizim de böyle öğrenmemiz gerekiyordu.
Bu kaçınca mikrofondu açık kalan ve açık bırakanı cezasız kılan?
KİMİNİN DİLİ ‘’İNCİDENDİR’’ KİMİNİN DİLİ ‘’CAN İNCİDENDİR’’
Her gelişi “Devr-i Süleyman” adını taşıyan oyunlarla tiyatro ve kabare
sahnelerinde mukallitlerine paralar kazandırmış Başbakan Süleyman Demirel’in ünlendirdiği ve fakat yine de önleme gücü yükleyemediği bir cümlesi vardı:
“Ceza artı işkence olmaz!”
Oluyordu. Olduğu için, olduğunu bildiği için böyle konuşuyordu merhum Demirel.
Seçim meydanlarına çıktığında, gerdanını kıra kıra “Bu ülkede herkesin göğsünü gere gere Müslümanım deme hakkı vardır” propagandasını yapmak zevki de olan Demirel’den hiç kimse “Dil koparmak” fiilli bir cümle duymamıştır.
“Zaman değişir, Bey değişir, Bey’in arkadaşları da değişir” dediği gibi Kemal Tahir’in “Devlet Ana”da; o değişimlerin yaşandığı günlere erdik.
“Hz. Adem efendimize kimsenin dili uzanamaz; o dilleri yeri geldiğinde koparmak bizim görevimizdir.”
Lüzum hissetmiş böyle demiş AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, izleyen muhabir kameralarından değil cami cemaatinden birinin cep telefonu kaydı sayesinde duyurulan bir konuşmasında.
Hedefe, beş yıl önceki bir şarkısında “Adem ve Havva” diyen ve geçen hafta bir başka açıdan kayda aldırdığımız “Cesur Yürek” ilanı yapılmış bir şarkıcı kızımız oturtuldu.
Sivillikleri “Başı bozuk” tanımıyla anlatılacakların bastıkları sokaklarda beyinlere kurşun sıkmak iştahlarını bir kenara koyarsak, karşımıza Cumhur İttifakı ortağı Sayın Bahçeli’nin kuş sevgisi işlenmiş demeci çıkar.
Sefalet, cehalet numuneliğinden sonra diyor ki Sayın Bahçeli: “Serçeysen serçeliğini bil, sakın kuzgunluğa heves etme.”
İMÇ bloklarının birinin duvarına sabitlenmiş soyut heykelin sanatçısı Kuzgun Acar olmasa gerek, burada heves edilmemesi istenilen. Edebiyatımızın “Kargadan başka kuş, Zeyrek’ten başka yokuş tanımaz” deyiminde simgeleştirilen kuş türünün küçüğü de siyaset literatürümüze girmiş oldu şarkıcı kızımızın ek hizmeti olarak.
Değişen arkadaş örneğimize bir itiraz olarak alınmamalıdır, Sayın Erdoğan’ın NTV yayınında yaptığı “Benim oradaki hitabımın muhatabı Sezen Aksu değildir” açıklamasının kapsama alanı yahut vurduğu nokta.
Sorgulanacak olan bu olay dolayısıyla kazananların çokluğu da değildir. Sayın Bahçeli’den, “ünlü” vaize, kurşuncu fedailere kadar bir taraf kazanırken, şarkıcı kızımızın yeni şarkı ilhamı bulması, kıtlık yaşayan muhalif kalemlerin de yeni konular keşfetmesi, bir yerde, yani bir şarkı sözünde birleşildiğini gösterir.
Dil, tad alma organıdır.
Konuşulanların tadı biraz da böyle alınsın!
BİR GEÇMİŞ HESAPLAŞMAYI BEKLER HALA
Cevat’ın çevresinde, Devrimci Gençlik’ten yirmi kadar genç oturuyordu. Az
önce Ömer:
“Yahu”, diye sormuştu, “Niye namaz kılıyorsun sen? Yobaz mısın ne?”
Cevat, il kin ne karşılık vereceğini bilememiş:
“Kimseye bir zararım dokunuyor mu?” diye sormuştu.
“Dokunuyor ya... Yeni bilinçlenen arkadaşlar üzerinde kötü etki yapıyorsun.”
“Ben ne yapıyorum ki?”
Ömer dikleşmişti:
“Bir daha namaz–namaz kılmak yok arkadaş! Burası cami değil.”
“Peki. Ama namaz yalnız camide kılınmaz ki.”
Sesi yumuşak çıkmıştı. Konuşsam dinlerler mi diye düşünmüştü.
Cevat’ın çevresinde bir homurdanma başlamıştı.
Ömer bağırdı:
“Kes artık be şu yobaz, gerici masallarını.”
Gözlerinden düşmanlık akıyordu.
Bir başkası:
“İlerici üniversitede, böyle gericilere yer yok. Kendini sokakta bulursun sonra arkadaş!” diye gürledi.
Keskin, neredeyse yakasına yapışacaktı Cevat’ın:
“Hem sen ‘bütün olmaz şeyleri, boş işleri bırakmaktan’ bahsederken, ne demek istedin arkadaş! Devrim boş iştir, olmaz mı demek istedin ha?”
Elinin tersiyle yanağından hafifçe itti Cevat’ı.
Cevat, birden korkuya kapıldı:
“Hayır” dedi, “Öyle bir şey demek istemedim. Siz yanlış anladınız.”
Keskin daha küstahlaştı. Cevat’ın başına dikildi.
“Bana bak ulan, gebertiriz se...” Derken Hasan Mahir girdi salona.
Konuşulanları duymuş, hiddetinden kıpkırmızı olmuştu.
“Durun!” diye gürledi, “Ne oluyorsunuz arkadaşlar, delirdiniz mi siz? Ne eşek kafalı heriflersiniz. Cevat’a bu konulardan size bahsetmesini ben söyledim. Dağılın şimdi.”
Gençler dağılmaya başlamışlardı. Hasan Mahir, alnı boncuk boncuk terlemiş
Cevat’a baktı:
“Üzülme” dedi, dostça gülerek, “Böyledir işte bu takım. Bunlarla nasıl yola çıkacağız bilmiyorum.”
***
1976 yılında yayımlandığında hemen alıp bir solukta bitirdiğim “Deprem” romanında anlatılan bu sahneleri, intiharına üzüldüğüm üniversiteli Enes Kara’nın ardından yapılan yorumları ve özellikle yüreği yanık babasının “Oğlumun ateist arkadaşları” sitemini okuduğumda hatırladım.
Acılarını ve heyecanını yaşadığım yılların bir romanındaki bir yurt sahnesini, benzerini yaşamış biri olarak unutmamam normal sayılsın ve buraya almamda hiç kimse “Hasret”in ötesinde bir niyet aramasın.
Yazarı “Aclan Sayılgan”ı yakınlarda vefat eden siyasetçi Aykut Edibali’nin tezlerine yakın bir tiyatrocu olarak tanımıştık.
Son cümlesini o gün de tuttuğum Hasan Mahir’in, bir Mahir Çayan tiplemesi olduğunu bilmem söylememe gerek var mı idi.
