Ortadoğu ocağının harı hiç düşmemişken, daha bir
yükselsin diye, ocağın kıyısından köşesinden kalan küllenmeye yüz tutmuş közleri
tekrardan yellenmeye başlandı. Bunların kömürleşmiş köz mü, küllenmiş köz mü
yoksa kapatılmış ocaktan taşınan köz mü olduğu belli olmasa da, kıvılcımları
çevreye yayıldıkça, en azından hatırlanır gibi oluyor. Bir de harlanan ocağın
etrafa yaydığı karanlık ışığın, görülmesi istenen yansıları gerçeklikten
görünüşe, görünüşten yanılsamaya, yanılsamadan kurguya yanardöner olduğu
niteliği var.
Ortadoğu, dünden daha fazla kurgunun gerçekliği emdiği,
ihanetin sadakati soğurduğu, korkaklığın cesareti ve mertliği aşağıladığı,
hoyratlığın inceliği ezdiği, kabalığın uygarlığı gülünçleştirdiği bir ortam
olup olmama dikotomosini , ikilem ve ikircikliğini, seçme değil, katlanma
sınamasını yaşıyor.
Belki de Ortadoğu bünyesine tebelleş olmuş, hatta nüfuz
etmiş kurgu savaşları, mücadeleleri, çatışmaları, kıyam ve kıyımları zihninde,
ruhunda ve ufkunda görmeyi doğal sayma aldanışına kendini kaptırdığı için
böyledir. Zihninde, ruhunda ve ufkunda bu aldanışın hiçbir makul temel ve
gerekçeye dayanmadığını fark etse, bu görünüş perdesi ateşe tutulmuş ince zar
gibi eriyip gidecek. Ve barışın, savaşsızlığın, insan olduğunun sade ve kadim
kalıcılığının sırrını, gizemini ve kutunu esinleyecek ve hatırlayacaktır. Ama
susuzluğu gidersin diye içilen yoğun tuzlu su gibi hep savaşlara, kıyam ve
kıyımlara yelteniyor ve yeltekleniyor.
Ortadoğu, daha özel olarak Bereketli Hilal ve Nil Vadisi,
ruhuna denk düşeni bulamadığı zamanlarda, tıpkı soylu bir koşu atı gibi
binicisini üstünden atıverip tekmeler. Öyle. Çünkü inançların, öze düşünce ve
sanatların, kültürlerin ve uygarlıkların yatağı olmaya ayarlanmıştır. Bunları
bulamadığında ya da kaybettiğinde, bir soylu, erdemli düşkünlüğüyle
zahmetlerin, mihnetlerin, hoyratlık ve zorbalıkların tasallutlarına giriftar
kalır. Kahırların kışına katlanmakla yükümlü vehmine düşer.
Coğrafyasıyla, iklimiyle, nüfus çeşitliliğiyle, katman
katman kültür hazineleriyle, kendi içlerinde dallanmış ve yemişlenmiş inanç
çeşnisiyle, birbirini törpüleyen, eleyen, besleyen, büyüten ve yaşatan uygarlık
halkalarıyla Ortadoğu, kendi öznesinin yitikliğini yaşıyor. Ama yitirilmişliğin
çaresinin arayış olduğunu, kimi zaman bilir gözükse de, bilinç düzeyinde bir
bilirliğe dayalı arayışa ulaşamıyor. Benliğini bütünleyemiyor. Emanet ya da
kiralık, sahte ya da sinsi benlikleri ödünç alarak mihnetten kurtulmaya
çalışıyor. Oysa bu benliklerdir bu asıl sorun ve kaynağı. Yoksa mihnet, zahmet,
derd, düşkünlük, yokluk ve yoksunluk değil, bunların kendine ait sorunlar
olduğunu kabullenememe cesaretsizliği, yiğitliği yokluğudur.
Daha açık ve somut ifadesiyle, sorun bilgi ve bilim,
düşünce ve kavram, geliştirememe ve değiştirememedir. Bu yoksunlukların
farkında olmaya yönelik arayış ihtiyacı ve zarureti duymama, duyamama
kuntluğudur. Aynı inanca sahiplik iddiasında olanların ayrı söylemlerle
birbirlerini yok etmeleri, öldürmeleri, iman babında çözülemez, zaten
çözülememiştir de. Çünkü zihin, ruh ve kalp, yani bilim, düşünce ve sanat
yoksulluğu söz konusudur. Kendi sorununu, kendi hayatını, kendi erdemini yabana
havale ve atfetme bunun alçaltıcı, o kadar da saçma göstergesidir.