Ekip dikmemiz gereken ovaların eşiğine kurulan evler ışıklarını yakmıştı yola çıktığımda. Başımı cama yaslayıp hülyalara daldığımda artık alelade gelen yolculuklarım bir film şeridi gibi gelip geçti gözümün önünden. Bu kaçıncı yolculuktu bilmiyorum.
Her bir yolculuktan önce yola düşmek için sebepler ararsınız. Kimisi yolculukla kendini aradığına inanır. Belki bulur kendini bir yolculuğun sonunda, belki bulduğunu sanır. Kimisi yola düşmeyi bir özgürlük addeder ve o şekilde köşe başında hıyar soyacağı satan işportacı iştahıyla bu özgürlüğü pazarlar. En çok karşımıza çıkan “Evvel refik badel tarik” cümlesidir. Yolun başında “önce yoldaş, sonra yol” deseniz de yolun sonunda “kardeşlik yük olmaz, yük alır” diyen zâtı muhteremin o muazzam cümlesini ıskalayan refikler yolun yükünü, son durağa gelmeden omzunuza bırakır. İşte o zaman anlarsınız: Yol neydi? Yoldaş kimdi? Yolculuk nereye idi? İşte o zaman dönüp arkaya bakarsınız. Bu kez yoldaş yoktur, yalnız yolun kendisi kalmıştır. Ve fondaki o ezgi: “Yüküm ağır yolum uzun / meçhullerde kaybolurum / beni bırakırsan bana / tufanlarda boğulurum”
Yolculuk yapmak herhangi bir vasıtayı gerekli kılar. Otogarların o hiç değişmeyen kokusu… Vedalaşmanın insanın dimağında bıraktığı derin hüzün. İnsanın sırtında taşımak zorunda olduğu bir kambur misali koca bir bavul. Belki birkaç bavul. Ah… İnsanın şu eşyaya tutkunluğu. Bir de zamanın hiç geçmeyeceği kaygısı… Bu kadar yol nasıl bitecek? Bu kadar saat nasıl geçecek? Koskoca bir ömrün bittiğini, tükendiğini bile bile bu cümleleri kuran insanoğlu ne büyük çelişki içindedir.
Tren yolculukları, yolculukların belki de en güzeli… Ovaların, patikaların arasından akıp giden yollar… Bir yere yetişme kaygısı olmadan ağır ağır, tertil üzere bir yolculuk. Kavak ağaçları her biri bir tevhid nişanesi. Sanki bir Mustafa Kutlu hikâyesinin tam orta yeri. Hele bir kış günü, Sivas-Diyarbakır istikametinde yola düşünce, yolun sonunda karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak… Bembeyaz haberler, bembeyaz sayfalar arasında uzun upuzun bir yolculuk…
Bulutlara dokunacakmış gibi olmak bizlere cazip gelse de uçak yolculuğunu artık yolculuktan saymıyoruz. Ha, bir de unutmadan; yukarıdan bakınca ne olduğunu, kumaşının kaç kuruşluk olduğu daha iyi ortaya çıkan, tarumar edilen şehirler…
Her ne ile olursa olsun en nihayetinde yolculuk devam eder. Bir şehirden diğer bir şehre olan yolculuk bir şekilde biter. Peki zihninde ve gönlünde kat etmen gereken yol? Yol devam ederken şairin “Giden şanlı akıncı ne gün döner yurduna?’’ sorusunun tek muhatabı kendimiz olduğunu düşünürüz. Eşyaya olan tutkunluğumuzun yanında en çok kendimize tutkunuzdur. Biz olmaksak olmaz zannederiz. Oysa yol bizimle kaim değildir. Bizi biz yapan yolun kendisidir. Ne biz şanlı bir akıncı, ne sorunun cevabını aramaya takatimiz vardır. Ne de göz kapaklarımın gözyaşlarına direnecek takati…
Yelkovan felç, akrep tembel olsa da vakit hayli geçmişti. Sabah namazının, mola vaktine gelmesi en az yanına oturan insanın tebessüm etmesi kadar güzel değil midir? Asfaltın üzerinde son sürat giden bir tabutun içinde sıkışıp kalan yüreğin molada bir secde anında inşiraha kavuşması… Gün aydınlanmıştı. Yüreğim çıktığı bu yolculuğu sahibine emanet ediyordu. Bir de kitap okuyabilsem keşke. Hani hep yanıma aldığım ama hiç okuyamadığım kitaplardan birisini okuyabilsem. Tembellik, miskinlik, gevşeklik… Maymun iştahlı bir okurun sahip olduğu bütün meziyetleri taşıdığımı bile bile büyük bir kitap devirmeliyim bu yolculuğun sonunda. Vakit daraldı. Altını çize çize, yanına notlar ala ala, çok değil döne döne okumalıyım aynı kitabı. Ve yolculuk bitince, otobüsün merdivenlerinden inince unutmalıyım yüreğimden gayrı ne varsa. Bazen aklımı bırakmalıyım bir tarafa. Bavulumu, bütün eşyalarımı bırakmalıyım o tabutun içinde. Yüreğime ağırlık veren ne varsa kurtulmalıyım tüm bunlardan. Bazen şairin mısrasına, en güzel şehre, kalbime, eve, şarkıya dönerek en güzel yolculuğu nihayete erdirmeliyim:
“İçim, ey içim bu yolculuk nereye? Yine bir şehrin ölümünü başlatır gibisin.”