Amerikan seçimlerinde Donald Trump’ın elde ettiği zafer kamuoyunda hem ABD’nin hem de dünyanın genel gidişatıyla ilgili yeni senaryoların konuşulmasına zemin oluşturuyor. Nitekim küresel ve bölgesel denklemlerin Trump sonrasında keskin yol ayrımlarına sahne olması beklentisi sıklıkla dile getiriliyor. Bu noktada, duygusal ya da ideolojik öngörülerden bağımsız bir şekilde siyaset zemininde popülizmin geleceği ve dinsel milliyetçiliğin seyri ile ilgili öne çıkan hususlara yönelik değerlendirmelere ihtiyaç duyulduğu görülüyor.

Sömürgeciliğe karşı ulusal kimliğin yeniden canlandırılması aşamasında kaldıraç rolü üstlenen dinsel milliyetçiliğin Soğuk Savaş sonrası dönemde sömürgeci baskın toplumlar için de işlevsel bir araca dönüşmesi günümüz siyasetinin önemli konu başlıklarından birisini oluşturmaktadır.

Dinsel milliyetçiliğin, son yıllarda önemli düzeyde ivme kazandığına yönelik pratikte oldukça fazla veri birikmiş durumdadır. Avrupa’da ve ABD’de Hristiyan sağ hareketinin ve aşırı sağ eğilimlerin yükselişe geçmesi, göçmenlere ve İslam’a yönelik düşmanlığın kurumsallaşmaya dönük ilerleme kaydetmesi buna örnek olarak verilebilir. Avrupa’da yalnızca Müslümanlar değil, çoğunlukla ana akım kiliseler ile hükümetlerin liberal çizgide yürüttükleri iş birliği dahi bu yeni gelişme karşısında çözüm üretmekte ciddi ölçüde zorlanmaktadır. Benzeri gerilimler Asya ya da Afrika ülkelerinde de farklı tezahürleriyle yaşanmaktadır.

Avrupa’da artan İslam düşmanlığı/İslamofobi bu yönüyle ele alınabilir. Avrupa Birliği’nin Avrupalılık üst kimliğini inşa etme konusundaki başarısızlığı onlarca yıldır “ortak düşman/öteki” olarak Müslüman göçmenlerin hedefe konmasıyla kapatılmak istendi. Avrupalı popülist siyasetçiler, Müslüman göçmenlerin ve İslam’ın Avrupa’ya ait olmadığı tezlerini yüksek sesle haykırırken ana akım siyaset elitleri de Müslümanları kurucu dışsal haline getirip kendilerince Avrupalı kimliği kurgusuna yönelmeyi tercih ettiler. Ancak bu durum, yalnızca Müslümanları huzursuz eden bir gelişme olmaktan sıyrılıp Avrupa’nın yerleşik düzenini de tehdit eden gelişmelere kapı araladı. Bu yüzdendir ki, Avrupalılar bugün bu sorun ile yüzleşmek durumunda kaldıklarını itiraf etmeye başladılar.

Ancak bu yeni durumda, dinin belirleyiciliğinden ziyade araçsallaştırılması durumu söz konusudur. O nedenle dinsel milliyetçilik ile kastedilen şey, dinin ya da dinsel yaşamın benimsenmesinden ziyade dinin siyasetin amacına hizmet edecek şekilde formatlanmasıdır. Esasında tarihsel süreç içerisinde din-siyaset ilişkisi, zaten bu etkileşimi konu edinmektedir. Geçmiş örneklerinde olduğu gibi ulus-devlet pratiğinde de kul yapısı siyasetin, ilahi dinin vaz ettiği hakikatlerin ya da değerlerin emrine girmek yerine dini kendi iktidarını ya da söylemini muhkemleştirecek bir enstrümana dönüştürme gayreti öne çıkmaktadır. Hâlbuki din, uydurulacak değil, uyulacak düzene işaret eder. Din (İslam), uyulduğu takdirde insanı selamete çıkartacak düzene çağırır.

Bu nedenle, ulus-devlet pratiğinden beri birlikte anılan din ile milliyetçiliğin ilişkisi sorunlu bir ilişkidir. İnsanı yaşatmayı ve tebliği önceleyen dinin, ötekiyi mikro ölçekte inşa etmeden varlığını kurgulayamayan milliyetçilik ile birlikte bir bütünü oluşturması beklenmemelidir. Bu yüzdendir ki; dinsel milliyetçiliğin dini, ilahi dinin kendisi değil formatlanmış ve başkalaştırılmış inancı temsil eder.

Hâlihazırda uzunca bir süredir siyaset aracılığıyla dört duvar arasına sıkıştırılan dine, bugün göçmenlere yönelik eleştiri ve saldırılara meşruiyet sağlayıcı bir aparat işlevi vazifesi verilmektedir. ABD, Avrupa ya da Türkiye’de de örneklerinde görüldüğü gibi seküler yaşamdan vazgeçme ve dini eğilimlere yönelmede artış gibi bir durum söz konusu olmadığı halde din, söylem bazında siyasetin aracı olarak kullanılmaktadır. Elbette milliyetçilik de benzeri bir kullanım ile karşı karşıya kalmaktadır. Milliyetçiliğin doğası ötekine karşı konumlanmayı içerse de özü itibariyle yerel olması beklenen milliyetçi eğilimlerin küresel bir sürecin parçası haline getirilme çabası oldukça ironiktir. Ancak her ne olursa olsun milliyetçilik söyleminin kendisine taban bulacak şekilde güçlü ve baskın olması da bir vakıadır.

Beyaz ve Hıristiyan milliyetçiliğinin artışta olduğu ABD’de Trump dönemi dinsel milliyetçi eğilimlerinin seyrinde genellikle yukarıya doğru bir ivme takip edileceği varsayılmaktadır. Amerika’nın WASP (Beyaz-Anglo-Sakson, Protestan) kimliğine atıf yapan bu beklentiler demografik veriler ile de desteklenmektedir. Trump’ın bu yönde göstereceği eğilim, dinsel milliyetçiliğin merkezi konumundaki işgalci Siyonist rejimiyle ilişkisi hakkında da ipucu sunacaktır. Trump, bir önceki başkanlık döneminde olduğu gibi, Siyonist işgal rejimini meşrulaştırma vazifesini üstlenerek kendi ülkesinde dinsel milliyetçi eğilimleri yönetmeyi tercih edebilecektir.

Nihayetinde ABD’de ve dünyada sürecin ne yönde bir seyir takip edeceği ilerleyen günlerde çok daha netlik kazanacaktır. Bununla birlikte ekonomisi, toplumsal yapısı, gelenekleri ve elbette psikolojisi bozulan kitlelerin yaşadıkları bu kayıpların faturasını küresel sisteme ödetmemesi için birbirine kırdırılması noktasında dinsel milliyetçilik eğilimleri yeni bir sürecin inşa edildiğinin habercisi olarak takip edilmelidir. Aynı zamanda bu durumun, dinin gerçek mesajlarının verilmesi için önemli bir fırsata dönüşme potansiyeli üzerine de kafa yormak gerekmektedir.