Geçtiğimiz Pazar günü Almanya’da Türk göçmenlerin de en yoğun yaşadığı eyalet Kuzey Ren Westfalya’da (KRW) yerel seçimler gerçekleştirildi. İlk turda birçok belediye başkan adayı salt çoğunluğu yakalayamadığından 28 Eylül’de ikinci tur seçimler de gerçekleştirilecek.

Her ne kadar lokal olması bakımından sınırlı bilgi verme ihtimali olsa da son yerel seçim sonuçları gerek Almanya’nın gerekse Avrupa’nın politik geleceği ile ilgili ipuçları sunması bakımından önemli olarak değerlendiriliyor.

Örneğin Türk göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı ve Türkiye kökenli sivil toplum kuruluşlarının harekat merkezi konumundaki Köln’de Yeşiller Partisi’nin Bingöllü belediye başkan adayı Berivan Aymaz, ilk turda en çok oyu alan aday olmayı başardı. 28 Eylül’de Aymaz’ın seçilmesi halinde bunun Türk ve Alman toplumunda kısa ve orta vadede nasıl bir reaksiyona dönüşeceği merakla izlenmesi gereken bir başlık olarak görülüyor. 

Diğer yandan CDU ve SPD gibi Alman merkez partilerinin, oransal bazda, geçtiğimiz Şubat ayında gerçekleşen seçim sonuçlarına göre ufak hasarlarla süreci tamamladığı söylenebilir. Ama son on yıldır Alman siyasetinde ağırlığını iyiden iyiye hissettiren AfD, bu seçimlerin de en çok konuşulan partisi olmayı başardı.

5 yıl önce yapılan seçimlerde %4 bandında oy alabilen AfD, bu kez oyunu %15 seviyelerine yaklaştırmayı başararak üçüncü parti konumuna yükseldi.

Genel olarak aşırı sağın ama özelde AfD’nin aldığı oy ile ilgili başından beri şu uyarıyı yapma ihtiyacı hissediyoruz: “Alınan oydan daha önemlisi bu partilerin söylemlerinin ana akım partiler tarafından da dillendirilmesidir. Bunun neticesinde aşırı sağ fikirler toplumsal taban tutacak ve belli bir süre sonra yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığı yaygın kanaat haline gelerek son aşamada kurumsallaşacaktır.”

Gelinen noktada bu durumun yaşandığı aşikar hale gelmiştir. Yabancıların en az yaşadığı doğu bölgesinde (Dresden) kurulan PEGİDA (Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar) hareketinin siyasal uzantısı olan AfD, bugün batı bölgelerinde de ciddi düzeyde oy alabilir hale gelmiş bulunuyor. Bu durum geçmişte zikredilen “aşırı sağ eğilimli Almanların karşısında çoğunluğun demokrat Almanlardan oluştuğu ve sorunun lokal ve geçici bir mesele olarak görülmesi gerektiği” yönündeki kabulün keskin bir şekilde terk edilmesini ya da en azından güçlü bir şekilde sorgulanmasını beraberinde getiriyor.

Almanya’nın batı yakasından gelen bu kırmızı alarm hali, son günlerde Fransa ve İngiltere’deki aşırı sağ eğilimlere ilişkin gelişmelerle birlikte çok daha ehemmiyet kazanıyor denebilir.

Nitekim bu üç ülke ile ilgili kamuoyuna yansıyan analiz yazıları ve haberler de benzer nitelikteki çerçevenin etrafında şekilleniyor. Tüm tartışmaların odağında birbiriyle bağlantılı iki soru veya belki de iki yargı ortaya çıkıyor.

Bunlardan ilki; ciddi sayıda akademisyen, gazeteci ve siyasetçi tarafından dile getirildiği şekliyle Avrupa’nın hiç olmadığı kadar iç savaş tehlikesi ile karşı karşıya olduğu yönündeki endişe ya da beklentidir. Bunun yersiz bir korku olduğu yönündeki eleştirilere karşı verilen cevap ekonomide yaşanan durgunluk, göçle gelen kültürel karmaşa hali ve meşru otorite boşluğunun varlığı olmak üzere üç sacayaktan oluşuyor. Buna dayanarak politik liderler ya da ana akım medya görmek istemese de iç savaş konusunda toplum katmanlarında kanaatin yaygınlaştığı ve endişenin sıradanlaştığı ifade ediliyor. Öyle ki Avrupa ülkelerinde geçmiş dönem verilerinin baz alındığı ve geleceğe yönelik simülasyonların yapıldığı istatistiksel hesaplamalarda gelecek 10 yıl içerisinde iç savaş ihtimalinin bazı ülkelerde %85 seviyelerine kadar çıktığı iddia edilmektedir. Yukarıda zikredilen üç temel göstergenin Avrupa genelinde hatırı sayılır bir orana ulaştığı esasında zaten bir realite olarak karşımızda durmaktadır.

İkinci husus ise içeride ya da dışarıda girişilecek bir savaş ortamının ülkelerde demokrasinin rafa kaldırılması sonucunu beraberinde getirme ihtimalidir. Aşırı sağ partilerin yükseliş trendi otoriter yönetim tercihine kapı aralayabilir mi sorusu iyiden iyiye gündeme gelmektedir. Adil rekabete dayalı demokratik mücadelenin kriz anlarında zafiyete neden olma potansiyelinin, toplumları ve önderlerini seçim yapmaktan uzaklaştırabileceği, seçimlerin süresiz ertelendiği bir dönemin yaşanabileceği uyarıları dile getirilmektedir.

Trump’ın savaş nedeniyle bir süredir seçim yapmayan Zelensky’ye dönerek “bu iyiymiş, üç buçuk yıl sonra eğer biz de biriyle savaş halinde olursak artık seçim yok” sözü ya da Netanyahu’nun muhalefetin politik taleplerini Gazze bahanesiyle savuşturması gibi güncel örneklerin varlığı, demokrasinin fiiliyatta rafa kaldıırılacağı yönündeki uyarıların yayılmasına doğrudan etkide bulunmaktadır.

Sonuç olarak, Almanya’da gerçekleşen son yerel seçim sonuçları üzerinden şunu açıkça belirtmek gerekiyor. Artık AfD, Reform UK ya da herhangi bir aşırı sağ parti ile ilgili analizlerin tematik bir konu olmaktan çıkartılmasının zamanı çoktan gelmiştir.

Bu hakikat ile yüzleşmek, Avrupa’nın demokrasi adı altında bugüne kadar yaptığı hatalardan ders çıkarması ve aslında kendi ürünü olan aşırı sağ eğilimleri kontrol altına alması için son fırsat olarak görülmelidir.