27 Mayıs 1960 darbesini okuyarak öğrendim. Cumhuriyet tarihimizin en kötü geleneğini başlatan bu ilk darbe bir Cuma günü yapılmıştı. 12 Eylül askeri darbesinde ise çocuktum ve günlerden yine Cuma idi. Nelerin olduğunu kavramamız mümkün değildi. Rahmetli babam izin günü olmamasına rağmen işe gitmemişti. Şaşkın ama babamız evde olduğu için sevinçliydik. Büyükler bir şeylerden bahsediyorlardı ama biz işin eğlencesindeydik. Bir süre sonra annem babama evde ekmek olmadığını söyledi. Babam biraz tedirgin olmuştu ama biz 3 kardeş de babamızla birlikte ekmek alabilmek için sokağa çıktık. O anda caddeden geçen araçtaki asker babama “Ne işin var dışarıda? Yasağı bilmiyor musun? Çabuk al çocukları da dön evine” diye yüksek sesle bağırdığında babamı evde tutanın başka bir şey olduğunu anlamıştık.

Sonra 28 Şubat postmodern darbesi oldu. O da 27 Mayıs ve 12 Eylül darbeleri gibi bir Cuma günü idi. O malum toplantı günü de bilinçli mi seçilmişti bilmiyorum. Gençtik. İdeallerimiz vardı. Refah Partisi Şişli ilçe teşkilatındaydım. 4,5 milyon üyesi olan, 6 milyon oy almış partimiz haksız ve hukuksuz bir şekilde kapatılmıştı. Oysa milletimizden, ülkemizden başka hiç bir derdimiz yoktu. Zoru seçmiş ve Refah Partili olmuştuk. Bu millet kaybettiği şeyi kaybettiği yerde aramalı diyorduk. Hep sömürülen, ezilen insanlarımız için mücadele etmiştik. Kızgınlığımız zirvedeydi. Bunu kesinlikle hak etmemiştik. Rahmetli Erbakan Hocamız “Refah Partisi’nin kapatılmasının koskoca tarihimizde bir nokta kadar değeri yoktur” dediğinde yüreğimizi bir ferahlık kaplamıştı. Yeniden formatlanmış ve yola tekrar ne zaman koyulacağız sorusunu sormaya başlamıştık.

Ve sonra 15 Temmuz ihanetini yaşadık. İşe bakınız ki bu da bir Cuma günü idi. Haber kanalları köprünün askerler tarafından kapatıldığı haberini geçtiğinde aklıma ilk gelen şey acaba bir terör saldırısı mı haber alındı sorusu oldu. Sonra iyi de polis varken neden asker diye kendi kendime sormuştum. Bir süre sonra ortaya çıkan gelişmelerle birlikte karşı karşıya kaldığımız felaketin büyüklüğünü anlamış oldum. Dışarı çıktım. E-5’te tankların üzerimize doğru geldiğini gördüğümde zihnim beni 12 Eylül’de ekmek almak için sokağa çıktığımızda babama bağıran askeri getirdi. Bu nasıl bir şeydi? Akla ziyan bir durumdu. Bu milletin kendilerine verdiği imkânlarla, okumuş, rütbe almış insanlar böyle bir ihaneti nasıl yapabilirlerdi? Nasıl olur da kendi insanlarına kurşun sıkarlardı? Nasıl olur da bu milletin Meclis’ini bombalarlardı?

Sonra korkuyor muyum acaba diye düşündüm. Emin olun aklıma hiç korku gelmedi ancak çocuklarımı düşündüğümde içimi bir ürperti kapladığını ve onlara nasıl bir ülke bırakacağız diye endişemin zirve yaptığını hatırlıyorum.

Bugün işte o 15 Temmuz hain darbe kalkışmasının 2. Yıldönümü. Yaşadıklarımızdan hep beraber objektif dersler çıkarmak zorundayız. İster din isterse başka bir anlayış adına olsun fark etmez, devlete paralel hiçbir yapılanmaya asla izin verilmemesi esastır. Emir ve talimatları devletin kendi kurumsal aklı içinde oluşmayan hiçbir karar alma süreci, bu milletin hayrına bir sonucu kesinlikle üretemez. Ayrıca 15 Temmuz darbe girişimi ne muhalefet için iktidarla salt hesaplaşma alanı, ne de bir iktidarın kendi hegemonyasını kalıcı hale getirme aracına dönüştürülemez. Çünkü bu kalkışma bütün bir millete karşı yapılmıştır.

Unutmayalım ki, devleti ele geçirme dürtüsü tedavisi çok zor bir hastalıktır. Hala böyle bir niyeti olanlar varsa 15 Temmuz’u iyi analiz etsinler. Devlet şahıslara, partilere, yapılara, cemaatlere STK’lara değil bütün vatan evlatlarına aittir. Kim ki kökü dışarıda odaklarla iş tutarak sorunlara çözüm bulacağını iddia ederse o ya büyük bir gaflet, ya da tam bir ihanet içinde demektir. Böyle imtihanlara bir daha muhatap olmama duasıyla ülkemizin direkten döndüğü o günün 2. Yıldönümünü vesilesiyle 15 Temmuz ve bu vatanı bize emanet eden bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet, gazilerimize hayırlı uzun ömürler diliyorum.

Allah bu milleti, bu devleti her türlü bela ve musibetten korusun.