Öznesi çocuk olan her şeyin popüler olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Çocuğa dair birileri konuşup, görüş bildirince anlatılanların çocuk kadar masum olduğunu düşünüyoruz. Belki de biz çocuğu masum gördüğümüz için birileri gözümüze batıra batıra çocuklara zarar vermiyorsa bu alanda art niyetli çalışmalar olabileceğini düşünmüyoruz. Dünyayı kendi emellerine göre inşa etmek isteyenler çocuğa dair hiçbir alanı boş bırakmıyor. Biz günlük politikalarla, yaşam şartlarıyla mücadelede ederken birileri eğitim sisteminden oyuncaklara, çizgi filmlere, çocuk kitaplarına ve çocuğa dair aklınıza gelebilecek her şeyi kendi istedikleri gibi dizayn ediyorlar.

Mücahit Gültekin’in Algı ve Manipülasyon kitabında Çocuk Eğitimi: Anne-Babalar Nasıl Manipüle Edildi? ve Çocukların Özsaygısı ile Patronların Cirosu Arasındaki İlişki adlı iki bölüm var. Bu bölümlerde kültür endüstrisinin anne-babaları nasıl manipüle ettiğini anlatan Mücahit hoca şu soruyu soruyor: “Çocukların kararı, gerçekten çocuklarımızın kararı mı?” Mücahit hoca ile Maaile dergisi için yaptığımız röportajda kitapta geçen bu bölümlere atıfta bulunarak, “Çocuklardan ne istiyorlar, dertleri ne?” diye sormuştum. Mücahit hoca bu soruyu şöyle cevaplamıştı;

“Aileyi tehdit ve tehlike olarak görüyorlar. Ulusal ve küresel patronlar çocuğa doğrudan ulaşmak, anne-babayı aradan çıkartmak istiyorlar. Çünkü kendileriyle çocuk arasında anne-baba olursa çocuğu istedikleri gibi şekillendiremiyorlar. Çok uzun zamandan bu yana hem Türkiye’de hem de dünyanın pek çok yerinde modernizasyon projesi uyguluyorlar, çıktılara bakıyorlar sonuçlar çok istedikleri gibi değil. Çok büyük mücadeleler vermelerine rağmen insanlar hâlâ Allah’a inanmaya devam ediyor. Çünkü okullardan geldiğimizde anne-babalarımız bize orada öğretilenler bir hikâye bunun gerçeği şudur doğrusu budur dediler.”

Buradan hareketle ben de şu soruyu soruyorum: “Çocuk kitapları, gerçekten çocuklarımızın iyiliği için yazılan masum eserler midir?” Konu çocuk edebiyatı olunca, çocuğa göreliği, şiddet ve cinsel içeriklerin olup olmadığı konuları tartışılıyor sıklıkla. Elbette bunlar çok önemli olmakla beraber başka bir yazının konusu. Biz bugün çocuk edebiyatında ailenin yerini konuşacağız.

Çocuk edebiyatı denilince akla ilk gelen kitaplardan biridir Küçük Prens. Çocukluğunuzda okumasanız da o kadar çok konuşuldu ve edebiyatı yapıldı ki yetişkinliğinizde muhakkak okumuşsunuzdur diye düşünüyorum. Bilindiği gibi Küçük Prens kitabı, çölde uçağı arıza yapan bir pilotun, küçüklüğünde yaptığı boa yılanını şapkaya benzeten büyüklere sitemiyle başlar ve yaptığı resimler bir türlü anlaşılmayan kahramanımız büyük bir hayal kırıklığı içerisinde şu cümleleri kurar: “Büyükler yalnız başlarına hiçbir şeyi anlamıyorlar. Biz çocuklar için onlara her şeyi izah etmek yorucu oluyor.”

Exupery, Küçük Prens’i yazarken bu vurguyu aileye zarar verme amacıyla yaptığını düşünmüyorum ancak kitabın geneline hâkim olan “büyükler yalnız başlarına hiçbir şeyi anlamıyorlar” üslubu son yıllarda yazılan çocuk edebiyatı eserlerinde sıklıkla görülüyor. Bir tutam küçük prensin “büyükler hiçbir şeyi anlamıyorlar” söylemi bir tutam piyasada sıklıkla gördüğümüz ve yine çok satan ancak dil bakımından tasvip etmediğimiz, argo içeriklerle dolu olan kitapların tiye alan üslubundan ekleyerek hoop ortaya yeni bir eser koyuluyor. Buna Küçük Prens etkisi diyorum.

Üzücü olan kısmı ise İslam kimliğine sahip, bu konularda hassas olduğunu düşündüğümüz isimlerin kitaplarında da bu etkiyi görüyoruz. Allah’ı, Peygamberi, dini değerleri anlatırken, “büyüklere bu soruları sorarsanız cevabını alamazsınız çünkü onlar hiçbir şeyden anlamazlar ve sorularınıza cevap veremezler” gibi birtakım ifadeler tam anlamıyla kaş yapayım derken göz çıkartmaktan başka bir şey değildir. Birileri aileyi ve toplumu buldukları her fırsatta ifsat etmeye çalışırken, çocuk ve anne-babası arasına set çekmeye çalışırken, çocuk edebiyatında bu dilin benimsenmesi bir tesadüf müdür? Yoksa başka bir ifsat çalışmasının ürünü müdür? Hani bir iki kitapta yazar küçük prensten etkilenmiş neyse diyeceğiz ancak bu dilin ciddi bir şekilde kitaplarda hâkim olması akla bu soruları getiriyor. Müslüman yazarların ise bilinçdışı olarak bu dili benimsediklerini düşünmek istiyorum. Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde sıklıkla anne-babamıza saygı göstermemiz vurgulanırken İslami değerleri çocuklara kazandırma derdiyle dertlenen yazarların çocukların ailelerine karşı bakış açılarını zedelemeyen, aile kurumuna zarar vermeyen bir dil benimsemeleri gerekir.

Şimdi birileri çıkıp çok fazla hassas olduğumuzdan, bazı konuları abarttığımızdan dem vuracak ve dünya mükemmel bir yer değil, toplumda var olanları yansıtmakta sanattır diyecekler. Evet dünya mükemmel bir yer değil ve çocuk eserleri kurgulanırken sorunsuz, dertsiz mükemmel bir dünya kurgulamak dünyanın sorunlarını görmezden gelmektir, çocuklara yanlış bir dünya imajı sunmaktır. Ancak edebiyat en yalın hali ile edeptir ve edepten yoksun, topluma zarar veren örneklerin olduğu eserler edebiyat olarak değerlendirilemez. Ayrıca ahlaksız dizilerle, filmlerle, sözleşmelerle toplumu ifsat etmeye çalışanlar, maalesef sığınağımız olan kitaplara hele ki çocuk kitaplarına ellerini uzatmış durumdayken bu gerçekleri görmezden gelemeyiz.