Ankara’ya yolumuz düştükçe onu ziyarete gider sohbet ederdik.
Erbakan Hoca’mız ile ilgili çok hatırası vardı. Paylaşırdı. O hatıralardan önemli bir iki tanesini yazacağız. Allah Dostu Erbakan kitabımızda da bazılarını yazmıştık.
***
Recai Kutan Bey Mehmet Zahid Kotku Hazretleri için şu sözü söylemişti:
“Şefkatli ve merhametli idi.”
Bu vasıfları aynen Erbakan Hoca’mıza da geçmişti. Sonuna kadar da öyle devam etti. Çıktığı yolda yürürken işini yapmayanlara karşı öfkeliydi. Ama bu öfke bir düşmanlık ve kine asla dönüşmezdi. O işin, davanın orada aksayacağından dolayı tepkiliydi.
Erbakan Hoca’mız cemaatler veya kanaat önderleri aleyhinde, basın önünde polemiğe hiç girmemiştir. Basın önünde girmemiştir de, dışarıda konuşurdu anlamında söylemiyorum. Mesela 1980 öncesi rahmetli Necip Fazıl Kusakürek üstad Rapor isimli kitapçıklar çıkarıyor ve hocamızın aleyhinde verip veriştiriyordu. Herhalde MHP ile dirsek temasında olabilir. Süleyman Arif Emre olayın şahididir. Kendisi Erbakan’ın odasına girdi:
“Hocam üstad Necip Fazıl bize çok kötü çatmış” dedi.
Ben de orada idim, günlük basın özetleri çıkıyorum, her gün Erbakan Hoca’mızın yanında oluyorum. Şöyle cevap verdi:
“O bizim büyüğümüzdür, diyebilir.”
Olayı bitirdi. Bu müthiş bir şey. Ben bunu çocuğuma bile gösteremem.
Yine rahmetli Mehmet Zahid Kotku Efendi’den sonra Esat Hocaefendi geldi. Başlangıçta orada beyanatları oldu. Her gün medyalara, gazetelere, radyolara çıktı. Valizlerle paralardan falan bahsetti. Mercedes’e binerek cihat edilmez türü hocamızın aleyhine birtakım şeyler söyledi. Ben de Basın Müşaviri olarak o yayınların hepsinden örnekler topladım, bantlar temin ettim, dergileri aldım, kapsamlı bir dosya hazırladım ve önüne koydum. Sanıyorum 1989 veya 1990 yılı idi.
“Bu nedir?” dedi.
“Efendim Esat Hocaefendi’nin sizinle ilgili ilgili beyanatları, belgeleri, bilgileri topladım, dosya yaptım, takdim ediyorum” dedim.
Bana hemen cevap verdi:
“Esat Hocamız bizim hocamızın damadıdır. Aleyhimize konuşmaz. Götür koy o dosyayı çekmecene, sende kalsın, kimseye de verme.”
Olay bitti. Açıp ne varmış diye merak edip bakmadı bile. Bir başka basın toplantısında bu Fetullah Gülen o zamanlar:
“Biz Erbakan’la görüşmüyoruz, kalplerimiz ısınmıyor” falan gibi bir şeyler söylemişti. Gazeteciler kendisine bunu sordular. Dedi ki:
“Biz o kardeşimizle günde 5 vakit görüşüyoruz.”
Muhtemel bir tartışmayı hemen bitirmiş oldu.
1969 yılı “Bağımsızlar Hareketi” sırasında Ankara’da idim. Rahmetli Osman Kirişoğlu Ankara’da bağımsız aday oldu. İşin boyutunu da bilmiyordum. Milli Nizam ve Milli Selamet hareketlerinin altyapısı olduğunu da bilmiyordum. Kendisine sempatim olduğundan oy verdim. Ama ne kadar isabetli bir iş yapmış olduğumu çok sonradan anladım.
Ben ülkücü kökenli biri idim. 1970’li yıllarda Hasan Aksay’ın teklifi ile görüşlerim kendime kalmak kaydıyla, yalnız gazetecilik yapmak üzere Milli Gazete’de işe başladım. Erbakan Hoca’mızın Başbakan Yardımcılığı yaptığı sırada onunla beraber gezilere ve çalışmalara katıldım. Hareketleri, Müslümanlığı, dürüstlüğü, insana saygısı, hoşgörüsü ve bilgisi ile hayran oldum. O tarihten beri de çizgimi bozmadan devam ediyorum.
Hocamı benim değerlendirmem anlamına gelmesin ama içimden geleni söylüyorum; Erbakan Hocam benim mürşidimdi, ama o kendi mürşidinin de müridi idi. 40 yıl boyunca böyle gördüm, nerede muhterem bir zat varsa, gece 24 olsun, gündüz olsun, isterse o gün 4 tane mitingi olsun, 5’inci miting geç kalacak bile olsa, o zatı gidip ziyaret edip, önünde, yanında saygısını gösterip, hayır duasını almadan diğer işe gitmezdi.
Bir gece Adana’dayız, hocamla bir evde kalıyoruz. Gece gündüz 4-5 yerde miting, açık hava toplantısı, gece kapalı salon programı yapıldı eve geldik. Tabi teşkilat mensupları evi doldurdular, sohbet, sohbet, saat yarıma geldi. Biz odalarımıza çekiliyoruz. Tam odama gireceğim:
“Abdülkadir, bizi sabah namazına uyandır” dedi.
Ben o gece tedirgin yattım, ezanla birlikte uyandım, hemen hocamın kapısını tıklattım.
“Selamünaleyküm, tamam Abdülkadir” dedi.
Aslında o çoktan ayaktaymış. Ben anladım ki, kendisini kaldırmamı isterken aslında benim kalkmamı istemiş. Bu müthiş etkileyici bir olay. Biz olsak kalkmayana tekme vurur kaldırırız.
Erbakan Hoca’mız Başbakan Yardımcısı idi. Hem de Ekonomik Kurul Başkanı olarak. Başbakanlık’ta bir basın toplantısı yapıyor. 100’ün üzerinde yerli ve yabancı gazeteci var. Anlattı, anlattı, sıra soru-cevaplara geldi. Bir gazeteci sordu:
“Efendim bir soru soracağım, evet veya hayır tek kelimelik bir cevap rica ediyorum.”
“Buyurun.”
“Siz şeriatçı mısınız?”
Buz gibi bir hava oluştu. Evet veya hayır cevabı hareketin sendelemesine sebep olabilirdi. Hocam vaziyeti derhal kavradı ve şu cevabı verdi:
“Kardeşim evime gelin, hem kahvemizi içelim, hem ben bu sorunun cevabını geniş geniş anlatayım.”
Böylece ortalık tatlıya bağlandı.
Çocuklarına karşı bir şefkat pınarı idi. 1980 öncesinde kızları falan küçüktü. Cumhuriyet Bayramı açıklaması yazıyoruz, Ayrancı’da evde. Masasının karşısındayım, kızı geldi, sandalyeye çıkıyor, omzuna çıkıyor.
“Yavrum bak çalışıyoruz, annenin yanına git.”
Diyor, ama kızı yine geliyor. Demek ki çocuklar da babalarına düşkün. Yakalamışken de hasret gideriyor. Hiç sesini yükseltip bir laf söylemiyor. Bunlar inancının dışa yansımasıydı diye düşünüyorum ben.
Yaptığı her işi iki dünyayı da düşünerek yapardı. Yaptıklarından dolayı gördüğü karşılıklar da bunu ispat eder.
Abdülkadir Özkan üstadımıza ve ismi geçenlerden vefat etmiş olanlara Allah’tan rahmet, hayatta olanlara da istikamet ve selamet diliyoruz.
Bizler de vefat ettiğimizde Allah’ımızdan arkamızdan hayır dua edecekler nasip etmesini dileriz.
YA RABBİ
Can kuşumuz bedenimizden çıkıp,
Hayat ışıklarımız söndüğünde,
Bizlere de rahmetini nasip et,
Sevgiliye kavuştur, son düğünde…
Ekrem Şama