Kur’an ile olan ilişkimiz, bir “terk ediş” hikâyesi değildir; aksine, bu çok daha karmaşık ve trajik bir “başkalaşım” hikâyesidir. Yazıda da vurgulandığı gibi, Müslümanların kutsal kitaplarına olan teslimiyetlerinde zedelenme olsa da mutlak bir kesinti olmamıştır. Ancak bu teslimiyetin niteliği, “hayatı inşa eden bir özne”den, “kutsanan bir nesne”ye doğru evrilmiştir. Bu durum, sadece teolojik bir sapma değil, aynı zamanda sosyolojik ve psikolojik bir kaçışın da itirafıdır.
- AKTİF AKILDAN BİÇİMSEL TEMBELLİĞE…
Kur’an’ın ilk indiği dönemdeki devrimci niteliği, insanı harekete geçiren, sosyal hayatı düzenleyen ve "faal akla" hitap eden yapısından geliyordu. O, durağan bir metin değil, hayatın içinde akan bir nehirdi. Ancak zamanla bu nehrin önü kesildi ve suyu durgunlaştı.
Müslüman zihni, hayatın pratik sorunlarını çözen o dinamik diyalogdan koptuğunda, boşluğu “irrasyonel ve mistik” olanla doldurdu. Kitap, “anlaşılmak ve yaşanmak” için değil, “bakılmak ve dokunulmak” için var olan bir nesneye dönüştü. Eşyanın hakikatini gösteren bir rehber, eşyaların en kutsalı haline gelerek rafların en yükseğine, ama hayatın en uzağına kaldırıldı.
- NOKTAYI ÇOĞALTAN CEHALET: ŞEKİLCİLİK…
Hz. Ali’nin (r.a.) “İlim bir noktaydı, onu cahiller çoğalttı” alıntısı, belki de bugünkü entelektüel krizimizin en veciz özetidir. Kur'an'ın sunduğu büyük resim, evrensel bilgelik ve temel ahlaki ilkeler; kılı kırk yaran sığ yorumların ve şekilsel okuma becerilerinin gürültüsünde kaybolmuş, görünmez hale gelmiştir.
Vahiy kültürü, kendi bağlamından koparılarak soğuk bir bilim ve ilahiyat formalizminin laboratuvarına hapsedilmiştir. İlahi metin “amel edilecek” bir manifesto olmaktan çıkıp, üzerinde “bilimsel/dilbilimsel otopsi yapılacak” bir kadavraya dönüştürülmüştür. Bu “bilimselleştirme” süreci, din anlayışının ruhunu emmiş, geriye sadece kurallardan ve stratejilerden oluşan kuru bir posa bırakmıştır.
- ANLAMLI EYLEMDEN GÜZEL (!) EZBERE…
Belki de bu dönüşümün en can alıcı ve en sarsıcı noktası, Kur’an’ın “ses ve ezber” ile olan imtihanıdır.
Neden manadan kaçıp sese, anlamaktan kaçıp ezbere sığındık? Çünkü mana ve anlamak ağırdır. Mana ve anlamaya çalışmak; fedakârlık ister, bedel ister, mücadele ister, nefsin tembelliğine karşı direnç ister.
Kur’an’ın “ayağa kalk ve uyar”, “infak et”, “cihat et”, “mücadele et”, “dosdoğru ol” gibi emirleri, konfor alanlarımızı tehdit eden keskin kılıçlardır. Müslüman toplumları bu kılıçların keskinliğini, “tecvidin estetiği ve makamın büyüsüyle” köreltmeyi seçti. Kur’an’ın bizi sarsması gereken o devrimci ve dönüştürücü emirleri; “zevk veren, rahatlatan bir sesin” içinde eritildi. Ezberden okunan güzel bir kıraat dinlerken duyulan haz, aslında yapılmayan emirlerin vicdanda açtığı yaraları uyuşturan bir merhem görevi gördü. Ne yazık ki ilahi metin, Müslümanların hayatında yaşamsal pratiğini kaybeden, sadece kulaklara hitap eden kutsal bir “fon müziği” haline geldi.
- SESTEN ÖZE DÖNÜŞ…
Bu tablo, Kur’an’ın inanan cahiller tarafından toplumda nasıl “anlamdan yoksun bir ses” haline getirildiğinin resmidir.
Teslimiyetimiz devam ediyor, evet; ama bu, hastanın reçeteye duyduğu saygıdan ötürü onu okuyup ezberlemesi, fakat ilacı içmemesine benziyor.
Asıl mesele, Kur’an’ı “kutsal bir eşya” veya “estetik bir ses” olmaktan çıkarıp, yeniden “iç ve dış hayatı baştanbaşa düzenleyen otorite” konumuna getirebilmektir.
Bu da sesi kısmakla değil, sesi mananın emrine vermekle; şekilsel formalizmi bırakıp, vahyin inşa ettiği o ilk, sade ve eylem odaklı bilgeliğe/anlayışa/yaşayışa dönmekle mümkündür.