Ehl-i sünnet, sözlükte, sünnet ehli; ıstılahta ise “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” diye adlandırılan, “Hz. Peygamber (A.S.) ile ashabının dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler” manasına kullanılır.

Bu tabir, İslam dünyasında bu yolu takip eden kişi, meşrep, tarikat, mezhep, grup ve sohbet halkalarını içine alan bir tabir olarak kabul edilir. Fırka-i naciye ve kurtuluşa götüren yol olarak benimsenir.

Gariptir ki, günümüzde ehl-i sünnet içinde bulunduğu kabul edilen bazı ilim adamları, bazı tarikat şeyh ve müritleri, hoca diye adlandırılanların bazıları sünnete aykırı ve “ehl-i sünnet” vasıflarına hiç de uygun olmayan tutum ve davranış içinde bulunmaktadırlar.

Biz bunlardan bazılarının vasıflarını sayalım, bu vasıfların kimlere uygun olduğuna okuyucu karar versin.

Sultan sofralarına abone olanlar ya da sultanın “kise-i hümayunundan” beslenmeye alışanlar. Bunlar sultana İslam’ın hükümlerini hatırlatmak yerine sultanın buyruklarını İslam’a uydurmaya çalışan ilim adamı etiketli ya da tarikat şeyhi kisveli kimselerdir.

Makam, mevki, itibar ya da ihale peşinde koşanlar. Bunlar adeta deizmin bir çeşidine müptela olmuş kişilerdir. İslam’ın hükümleri iktidar sahipleri için değil de, halk için geçerli imiş gibi bir anlayışın sahibidirler. Bunlar makam ve mevkilerini korumak için “kebaire” bile fetva vermekten çekinmezler. Mesela günah-ı kebairden olan “faiz” bunların dilinde isim değiştirerek meşru ve caiz konumuna getirilebilir. Yalan, rüşvet, iftira, saptırma ya da algı uğruna gayrı meşruları meşru ve caizler safına sokabilirler.

İlim adamı ya da hoca sıfatları ile birilerinin gizli temsilcileri gibi, “Edille-i Şeriyye”yi teke indirmenin çabası içine girebilirler. Sünneti, kıyası, icmaı yok sayarak, Kitap’ı da anlaşılmaz ve uygulanması mümkün olmaz konumuna sokmayı marifet olarak takdim edebilirler. Namazı, orucu, haccı, zekâtı basite indirerek, Cihad’ı da yok sayarak temsilcileri olduklarının gözüne girme yarışında bulunabilirler. İçlerinde hadis-i şerif ravilerine ve hatta sahabe-i güzin efendilerimize hakaret etmeyi çok bilmiş ilim adamı edasıyla sıradanlaştırabilirler.

Yeryüzündeki çağdaş zulüm ve zalimlere karşı cihadı yok saymak ve hatta cihad edenleri asi ve günahkâr saymak, cihad eden devlet ve toplulukları da mezhep taassubu ile İslam dairesi dışına atmakla kalmayıp, onları yaptıkları cihad sebebiyle zalimler safında sayarak, Siyonistlerden daha aşağıda düşman gibi gösterme alçaklığında bile bulunabilirler.

Dinler arası diyalog ve ılımlı İslam müdafileri de ayrı bir rezalet sayılabilir.

Bu saydıklarımızdan bazıları halka fakirlik konusunda “sabır, sebat” tavsiye ederken, kendisi, aile efradı ve çevresi lüks ve şatafat içinde yaşama alışkanlığını sürdürmektedir.

Resul, Mehdi, Kutup, Şeyhü’l-Ekber kılıklarına girerek, sultandan veya müntesiplerinden devşirdiklerini paylaşamayıp, silahlı çatışmalara girenler mi dersiniz, kabir azabına dayanıklı kefen ve nalın pazarlayanlar mı dersiniz, Siyonist savunucuları mı dersiniz, şeyhe saygı merasimlerini abartıp şirk konumuna düşenler mi dersiniz, her türlüsü mevcuttur. Hatta bu satırların yazarı şunu bile duymuştur:

“Keşke Peygamber Efendimiz yaşasaydı da bizim şeyhimizden ders almış olsaydı.”  

Bütün bu ve benzeri “iyi Müslüman, büyük ilim adamı, değerli hoca, mürşit, şeyh-i kebir ve benzeri” sıfatlarla ifsat faaliyetlerini yürütenler kendilerini “ehl-i sünnet” dairesinde olarak göstermekteler.

Ehl-i sünnet etiketi sanki Cennet’e girmenin senedi imiş gibi.

İşin en yakıcı tarafı da şudur:

Sultanın çevresinde bulunup da bütün bu ifsatları işleyenlerin, kendilerini ehl-i sünnet dairesinde imiş gibi hareket ediyor ve İslam adına çalışıyormuş gibi göstermeleri karşısında, işin aslını henüz kavramamış olan yeni yetişen gençler veya gönlü İslam’a ısınmaya temayüllü olanlar; “Yahu ehl-i sünnet bu ise ben o dairede değilim ya da İslam bu ise ben Müslüman değilim, bunlar Cennet’e girecekse ben o Cennet’i istemiyorum” diyerek, gerçek İslam’dan da uzaklaşmaktadır.

İslam tarihine bir göz atacak olursak, böylesi çift taraflı işleyen bir ifsat döneminin yaşanmamış olduğunu görürüz.

 

GÖRÜLDÜ Kİ

 

Görüldü ki,

Peygamber öğütçü, Kur’an öğütmüş.

Görüldü ki,

Öğüt dinlemeyeni şeytan öğütmüş!

 

Ekrem Şama

...