Türkiye’de her ne kadar kitabın işlevinin bittiğine dair olumsuz bir hava yaratılmaya çalışılsa da kitap tek başına bir değerdir. Teknoloji istediği kadar ilerlesin; kitabın şekli değişebilir ama işlevi bitmez. İnsanlık var olduğu müddetçe de bitmeyecektir. Türkiye’de yayıncılık ortamı kısır döngü içinde dönense de kaliteli kitaplar şöyle ya da böyle bir şekilde yayımlanıyor. Yayıncılarımız kitap yayıncılığı ile market işletmeciliği arasındaki büyük farkı öğrendiği zaman hem yayıncılık ortamımızda güzel gelişmeler olacak hem de Türkiye insanının kültür düzeyi olumlu bir şekilde yükselecektir.
Türkiye’de kitap yayıncılığının içinde bulunduğu en büyük sorun dağıtım sorunudur. Dağıtımdaki hastalıklı bakış kitap raflarında kitap yerine ticari ürün sergilenmesini sağlıyor. İyi bir edebi eser kitap raflarında en fazla yayınlandığı ay ve ertesi üç beş ay kalabiliyor. Sonra Sonrası depo! Yerine çoksatar sığ romanlarla adına şiir denen ama şiirle uzaktan ya da yakından alâkası olmayan kitaplar konuluyor. Peki, burada sorunun kaynağı dağıtıcı mı, yayınevi mi Sorunun kaynağı yayıncıdır; yayıncının bakış açısı. Yayıncı çok para kazanma isteğiyle çoksatar romanı veriyor dağıtıcıya. Dağıtıcı da elindekini kitapçıya götürüyor, kitapçı ise dağıtıcının getirdiğini koyuyor vitrine. Sondan başlayarak çözüm bulmaya çalışalım; eğer kitapçı her ne pahasına olursa olsun edebi değeri yerlerde sürünen, ahlâki düzeyi sıfırın altında binbeşyüz olan bir romanı raflarına ve vitrinine koymayacağını kesin bir dille dağıtımcıya söylerse dağıtımcı bir daha o sözüm ona kitaplardan getiremez. Dağıtıcı böyle bir kitabı dağıtmayacağını yayınevine bildirirse yayıncı o kitapları basmak için çabalamaz, basmaz yani. Şu halde sorun kitapçının görünüyor ama hayır sorun yayıncının. Çünkü, “Her arz kendi talebini yaratır” (Jean Baptiste Say, 1767–1832). Siz piyasaya ne sunarsanız piyasa onu almaya güdümlenir. Yoksa hiç kimse durup dururken üçüncü sınıf çeviri romanları almaya yönelmez. Gençleri o romanlara yönlendiren yine yayınevlerinin kendileri. Kısacası yayınevleri bu sorunun temel kaynağıdır. Böyle diyoruz ya hangi yayınevine sorsak onlar da kesin böyle düşünüyorlardır. Bunu ifade ederler ve arkasından hemen eklerler -klasik esnaf mantığı- neylersiniz hayat şartları, piyasa bu ve buna uymaya mecburuz derler. İşin en mide bulandırıcı tarafı da bu; bir ortamda herkes aynı dertten muzdarip ve yakınıyor ama o derdi ortadan kaldıracak bir çözüm için adım atmaya yanaşmıyorsa o ortamda herkes yalancıdır. Kimse kusura bakmasın; alan razı satan razı; bütün yayınevleri böyle. Kitapçı mı Türkiye’de kitapçı kaldı mı! Kırtasiye dükkânlarına kitapevi yazmakla kitapçı olunamaz, olunmuyor nihayetinde. Kitapçılar kırtasiye dükkânıdır. Bu kadar olumsuz hava şartlarında yine de yüzümüzü aydınlatan kitaplar yayımlanıyor.
2012’nin en önemli edebiyat olayı, Türk hikâyesinin şaheseri Uzun Hikâye’nin beyazperdeye aktarılmış olmasıdır. Usta hikâyeci Mustafa Kutlu’nun bu eşsiz eseri, usta yönetmen Osman Sınav tarafından aynı adla sinemaya uyarlandı. Uzun Hikâye filmi, başarılı bir uyarlama.
2012’nin en önemli şiir olayı ise, Kahramanmaraş Şiir Festivali’ydi. Kahramanmaraş’ta dört gün dört gece şiir konuşuldu, şiir solundu, şiir okundu. Türkiye’de en çok edebiyatçı çıkarmış bir şehir olan Kahramanmaraş’ta, böyle bir etkinliğin yapılmış olması önemliydi. Güzel bir festival oldu.
Yıl içinde çok kitap yayımlandı; bana da çok kitap gönderildi. Hepsini kütüphaneme koymuyorum tabi; seçiyorum… İmza günlerini sevmem, gitmem de. Kitap imzalamaya da gitmem, kitap imzalattırmaya da. Ama adıma şairi veya yazarı tarafından imzalanmış bir kitap kargo ya da posta yoluyla bana ulaştığında içimi tuhaf bir sevinç kaplıyor. Benim de kitaplarım yayımlandığı yıl belli başlı birkaç şair ve yazara kitap imzalayıp gönderdiğim oldu. İşin açığı bir şair ve yazar kitabını imzalayıp bana gönderdiğinde mutlu oluyorum. Şahsen tanıdığım olsun ya da olmasın bu böyle. Bu işler bu şekilde ticari olmadığı zaman hoşuma gidiyor. İmza kıymetli olmalı…
2012’nin en önemli hikâye kitaplarından biri, usta hikâyeci Mustafa Kutlu’nun son hikâye kitabı Anadolu Yakası (Dergâh Yayınları, 2012). Kutlu, nehir söyleşi tekniğini hikâyede denediği Anadolu Yakası’yla, Türk edebiyatında bir ilki gerçekleştirdi. Türk toplumundaki trajikomik değişimi yerel bir televizyon kanalı çevresinde ele alan yazar, yine zirvedeki yerini korudu.
Memleket Meselesi (Zambak Yayınları, 2012) isimli hikâye kitabıyla Recep Şükrü Güngör, yazarlığına yeni bir kilometre taşı koydu. Yazar, sosyal hayattaki acı değişimleri, bireyi ve bireyin sosyal hayattaki yönetimsel konumuyla ilgili çatışmaları, haklıdan ve haktan yana tavrıyla içli bir şekilde dile getiriyor.
Yılın söyleşi kitabı ise usta denemeci Beşir Ayvazoğlu’ndan geldi. Daha önce bu köşede hakkında müstakil bir yazı da yazdığım kitap, Gel Söyleşelim (Timaş Yayınları, 2012) isimli nefis söyleşi kitabı.
Edebiyatımızın Güleryüzü (Yağmur Yayınları, 2012) ile Mehmet Nuri Yardım, edebiyatımızın gülen yüzünü güzel bir şekilde gün yüzüne çıkarıyor. Kitabı okurken insan bazen kahkaha atıyor bazen de hüzünleniyor; nüktenin inceliği ve bunu yaratan pratik zekânın hazır cevaplılığına hayran olmamak elde değil…
Vicdan insanın insanlığının anahtarıdır. Vicdan insanî tartının mihengidir. Çağın Vicdanı Bediüzzaman (Nesil Yayınları, 2012) kitabıyla Prof. Dr. Nevzat Tarhan, çağın vicdanı olmuş büyük müçtehit Bediüzzaman Said Nursi hazretleri ve düşüncesi hakkında doyurucu bir eserle 2012’nin vicdan’ı oldu.
2012 yılında sadece bu kitapları okumadım elbette, hepsini sayamayız. Tercih meselesi…