Siyaset dilinin bu denli ayağa düşürüldüğü başka bir dönemi hatırlamıyorum. Hakaretin, kamplaştırmanın, ayrıştırmanın gündeme bu denli hâkim olduğu bir atmosferi bugüne kadar bu yoğunlukta ne duydum, ne de gördüm. Muhatabını alt edebilmek ve gözden düşürmek için hiçbir fırsat kaçırılmıyor. Her şey fütursuzca kullanılıyor. Böylesine sorumsuz siyasi aktörlerin bir araya geldiği talihsiz manzarayı herkes gibi ben de üzülerek takip ediyorum. Ne kahve kültürü diye aşağılanan, ne sokak dili diye iğreti bulunan yerlerde insanların birbirlerine kullanmadıkları sözlerin, topluma örnek olması beklenen siyasiler tarafından dile getirilmelerini anlamakta gerçekten zorlanıyorum.
Nezaketin, muhabbetin, mücadele hukukunun, zarafetin, saygının, sevginin, tahammülün en küçük bir işaretini bile göremiyor olmaktan dolayı endişeliyim. Hz. Ali’yi örnek gösterip konuşmalarını onun sözleriyle süsleyenlerin, ondan hiçbir ibret almamalarını şaşkınlıkla izliyorum. Savaş meydanında altına aldığı düşmanının yüzüne tükürmesi üzerine nefsi galebe çalmasın diye onu öldürmekten vazgeçen Hz. Ali’nin bu hareketindeki sırra eremeyenlerin varlığını gördükçe, ne kadar fakir olduğumuzu anlıyor ve bu duruma ülkemizin ve milletimizin geleceği adına çok üzülüyorum.
Arkadaşlar artık birbiri ile siyaset konuşamıyor. İstişare kültürü gittikçe zayıflatılıyor.
Dostlar kendi aralarında eskiden olduğu gibi sıcak ilişkiler içinde değiller. Akrabalar bile acaba yine bir tartışma yaşar mıyız korkusuyla ziyaretleri olabildiğince seyrekleştirmeye başladılar. Eskiden takım tutar gibi parti tutulmaz denirdi. Şimdi parti tutar gibi bir takıma taraftar olunmaz diye konuşur olduk.
Günümüz siyasileri yanlarında hatalarını söyleyecek kimseyi görmek istemiyorlar. Yanlışları söylendiğinde bunu zafiyet gibi algılıyorlar. Halifeye ‘Seni kılıcımızla düzeltiriz’ diyenlerin yerini, yöneticiden nemalanmak için her yolu mubah gören çıkar odakları aldı. Her açıdan kalitemizi kaybediyoruz. Aslında nasılsak öyle idare ediliyoruz. Neme lazım diyerek günü kurtarmanın derdindeyiz. Tüyü bitmemiş yetim hakkı gibi tamlamaları artık masal dinler gibi dinliyoruz. Bal tutanın parmağını yalamasını bir maharetmiş gibi görüyor ve meşru bir hak olarak kabul ediyoruz. İçimizde Hz. Ömer’in devlet işi için ayrı, özel işleri için ayrı mumları kullanmasını çok anlamsız bulanlar bile oluşmaya başladı.
Adaletin, asaletin, diğergamlığın, sorumluluk düşüncesinin yerle bir olduğu günleri yaşıyoruz. Skor tabelasına yansıyan sonucun nasıl elde edildiğine bakmadan sevinç şarkıları söyleyerek mağlubiyetler üzerine mukavvadan zaferler inşa ediyoruz. İçten içe tükenen, içten içe çürüyen ve menfaatin ilahlaştırıldığı bir dönemde nasıl olursa olsun süfli emellere ulaşmanın derdindeyiz. Kendi kendimizin kurdu olmuşuz da ya haberimiz yok, ya da yokmuş gibi yapıyoruz.
Oysa siyaset bir sanattır. İnsanların sorunlarına çözüm bulmak adına sorumluluk üstlenenlerin girdiği zahmetli ve bir o kadar da rahmetli yoldur. Vebali de büyüktür. Doğru ve hayırlı işlere vesile olunca manevi anlamda kazanımı çoktur. Peygamber mesleğidir. Yönetenin de yönetilenin de üzerine düşen vazifeler vardır. Kimse başını kuma gömerek sorumluluğu yokmuş gibi davranmamalıdır.
Ne diyor DücaneCündioğlu; “İçtenlik ile nezaket birleşmedikçe “zarafet”, yetenek ile çaba birleşmedikçe “marifet” meydana gelmez.”