Sosyal medyada dolaşırken 3 Mart 1949 yılına ait yukarıdaki Hürriyet Gazetesi’ni gördüm. İstanbul-Sütlüce’de General Nuri Killigil’e ait silah ve mühimmat deposunda gerçekleşen patlamanın haberi yapılmış. Öteden beri bu türden haberler hep ilgimi çekmiştir. Önce Nuri Killigil kimmiş, ona baktım. Gördüm ki Killigil, sıradan bir sanayici veya girişimci değilmiş. General Killigil, nam-ı diğer “Bakü Fatihi”, Enver Paşa’nın kendisinden sekiz yaş küçük kardeşiymiş. Fatihliği ise emrindeki asker sayısının sınırlı olmasına rağmen, bölgedeki küçük birlikleri bir araya getirip Ermeni ve Ruslara karşı “Kafkas İslam Ordusu”nu oluşturmasından geliyormuş. Killigil soy ismini de kökenlerinin Ukrayna ’daki Killi kasabasına dayanmasından dolayı almışlar. Nuri Paşa mücadelesiyle halk nezdinde öylesine olumlu etkiler bırakmış ki, adına türküler bile yakılmış.

Bizler bugün cumhurbaşkanlığı korumalarının silahlarını ABD ’den alamadığımız için Amerika ile diplomatik sorunlar yaşıyorken, Nuri Killigil 65-70 yıl önce kendi adıyla tabanca tasarımı yapmış, seri üretime geçmiş, yurtdışından bile siparişler almaya başlamış. Sadece silah değil, havan topu, mermi gibi üretimler de yapmış. Killigil Paşa maalesef yukarıdaki haberi yapılan patlamada hayatını kaybetmiş. Hatta sadece gövdesi patlamadan 15 gün sonra fabrika enkazında bulunabilmiş.

Bu patlamayı ilginç kılan şey ise İsrail ile savaşan Suriye ve Mısır ’dan aldığı siparişleri yetiştirmeye çalışırken bu acı sonla buluşması olmuş. Şehir efsanesi midir bilmem ama fabrikada çalışan Yahudilerin o gün işe gelmediği o zamanlar çokça konuşulmuş, durmuş.

Bu örnekle bir kere daha anlıyor ve acı gerçeği teyit ediyoruz ki, Türkiye’nin ilk yerli uçağını üreten Vecihi Hürkuş’un başına ne geldiyse, ilk uçak fabrikasını kuran Nuri Demirağ nasıl ekonomik olarak darboğazlara sokulduysa, General Nuri Killigil de bu ülke için yapmaya çalıştıklarının bedelini canıyla ödemek durumunda bırakılmış. Bugün dünya suda gidebilen, hatta uçan arabaların prototipini yapmaya başladı ancak biz yerli oto üreteceğiz de asfalta süreceğiz diye seviniyoruz. Bu girişimi elbette küçümsemiyorum. Umarım otomobil sanayisinin evirildiği yön dikkate alınarak gerekli altyapı oluşturulur. Ancak ortada bir gerçek var ki, bu ülke bugün geçmişte kendi evlatlarına sahip çıkmamasının bedellerini ağır bir şekilde ödüyor. Günü kurtarma mantığından vazgeçmediğimiz takdirde ödemeye de devam edecek. 

Şimdi de gelelim gazetedeki diğer konuya. Bu haberi okuduğumuzda da bu kadar mı olur dedirtecek cinsten acı bir tebessüm yüzümüzü kaplayıveriyor. Habere göre Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankası Müdürü M. Garner Ankara’ya gelmiş ve “her şeyden önce tarımsal istihsali/üretimi artırmalısınız.“ demiş. Haberin altında ise size bunun için yeterli parayı biz verebiliriz diye devam etmiş. Yani sizin sanayide ne işiniz var, bırakın bu işleri, sanayi bizim işimiz, siz ancak tarımla uğraşın diğer ihtiyaçlarınızı bizden alırsınız demek istemiş. Yani aynı sayfada hem bir sanayi kuruluşumuzun yerle bir oluşunu görüyoruz, hem de nazire yapar gibi batılıların tarıma destek açıklamalarını okuyoruz. O gün bizi kalkınmanın motor gücü olan sanayiden uzaklaştırıp sadece tarımla uğraşmaya zorlamışlardı. Ancak biz başarılı bir tarım ülkesi bile olamadık. Ucuz ithal et haberlerini duydukça üzüntüden kahroluyoruz. Dün onların sadece sanayi ürünlerinin pazarıydık. Bugün tarım ve hayvancılıkta da müşterileri olduk.

Son olarak herkesin vicdanına seslenerek sözü bitirmek istiyorum. Malum işin bir de eğitim boyutu var. Yap-boz tahtasına dönen, çocuklarımızı kobaya dönüştüren eğitim sisteminden bir Vecihi Hürkuş, Nuri Demirağ veya bir Nuri Killigil çıkarma ihtimalimiz sizce nedir?