Geleceğin dünyasını konuşurken genelde insanların akıllarına makineler, yapay zekâ, internet teknolojileri ve benzeri sayısız yeni gelişmeler geliyor. Uzmanlar dahi genelde teknolojik gelişmelere bağlı yorumlamalarda bulunuyor. İnsanların bir kenara itilip makinelerin hâkim olacağı bir dünyadan bahsediliyor. Hayallerde hep ihtişamlı büyük şehirler, her yerinde ışık olan metropoller, led teknolojileri ile süslenmiş modern mimarinin sayısız ürünü geliyor. Hep ileriye, geleceğe doğru bakılırken hiç kimse arkasına dönüp bakmıyor. Hâlbuki gelişim bazen geçmişin izlerinde yatar. Geçmişte yitirilen değerlerin tekrar ayağa kaldırılmasına bağlıdır. Eskiden değer vermediğimiz şeylerin hatırlanmasıyla alakalıdır.

İnsan, ham maddesinden uzaklaştıkça medeniyet tasavvurundan da kopuyor. Zihni olarak sadece kendisine dayatılan sınırlar içerisinde başkalarının planlanmış hayallerini kurmaktan öteye gidemiyor. İnsan, yaratılış itibari ile düşünce olarak özgür bırakılmıştır ve yapacakları kendi hayal dünyası ile sınırlıdır ama maalesef yaşadığımız dünyanın eğitim sistemi daha çocuk yaşlarda insanların hayal dünyasını yok ediyor. Geleceğin dünyası tahayyül edilirken geçmişi unutmamak lazım. Ucu bucağı görünmeyen tarlaları, sonu gelmeyen arazileri, çayırları, kırları, bayırları, dağları ve tepeleri unutmamak lazım. Daha az teknolojinin olduğu ama çok daha fazla mutlu ve huzurlu olduğumuz günlere dönmek öyle çok da zor olmasa gerek. Küçük küçük hobi bahçelerine hapsolmak zorunda mıyız? Gözümüzün alabildiğine açık yeşil meralarımız neden boş kalsın? Neden nefes alamayacağımız metropollere sıkış tepiş istiflenmiş vaziyette yığılıyoruz. Bizi beton duvarlar arasında yaşamaya mecbur kılan şey nedir? Başka bir dünya her zaman mümkün.

Geleceğin dünyası teknolojiye boğulmuş mega kentlerde olmak zorunda değil. Bugün bilim adamları ile meşhur İsviçre’nin köylerine giderseniz bilimsel çalışmaların yapıldığı enstitüleri görürsünüz. Almanya’nın köylerine gidin bakın zannedersiniz ki birisi oturup çizim yapmış, her yer adeta tablo gibi, pırıl pırıl, yemyeşil, düzenli ve tertemiz. Bizim ise köylerimiz, kırlarımız, ekilecek, dikilecek arazilerimiz bomboş. Toprak insansız, insan topraksız yaşayamaz, kurur, kurak çöllere döner, nefes alamaz, gülemez, huzur bulamaz. Şehirlerimizde neden mi huzur ve mutluluk yok? İnsanlar neden mi pimi çekilmiş el bombası gibi? Çünkü fıtrata aykırı bir şehirleşme, yaşam tarzı var. Kira ödeme derdiyle kıvrananlarla kira gelirlerinin faizini bile harcayamayanlar aynı şehirlerde. Çöplerden ekmek toplayanlarla evlerinde yemek beğenmeyenler aynı şehirlerde. Çocuğuna ayakkabı alamayan babalarla çocuğunun oyuncağı olan babalar aynı şehirlerde. Soğuk kış günlerinde tir tir titreyerek uyumaya çalışan ailelerle sıcaktan pencere aralayan aileler aynı şehirlerde. Bir bölgede gözyaşı ile keyif bir arada yaşayamaz. Komşusu açken tok yatanların olduğu beldelerde huzur olmaz. Zenginlerin ve fakirlerin yaşadığı bölgelerin kesin sınırlarla belli olduğu şehirlerde rahmet, bereket ve mutluluk olmaz. Olmadı. Olmuyor.

Yeni dünya düzenine dair küresel planlar tıkır tıkır işliyor. Zaman kendi planlarımızı yapma zamanı. Zaman kendi göbeğimizi kesme, kendi hayallerimizi kurma ve yeni dünya düzenine karşı Hakk’a dayalı yeni bir dünyayı kurma zamanı. Hiçbir şey için geç değil, yapmamız gereken yolumuzun zor olduğunu bildiğimiz halde inandığımız hakikatler için gereken tüm çalışmayı ve fedakârlığı ortaya koyabilmek ve asla vazgeçmemektir. Herkes köyünü, geldiği toprakları hatırlasın, köye dönme planları yapsın, köye dönmek için teşvik çıkarılması için gayret etsin, konuşsun, anlatsın, gündem oluştursun. “Elimden bir şey gelmiyor ki” diyenler de dua etsin. İnsanın ham maddesi kurtuluşumuz olabilir.