Olay mahali: Gaziantep’in “Gaziray Banliyo Hattı” projesinin test sürüşünün yapıldığı raylı aracın içi..

Olayın şahitleri: AKP’nin üst düzey zevatı diye anlatıma konulan belediye başkanı, meclis üyeleri, milletvekilleri vesaire, vesaire..

Olayın kahramanı: Şehre “Gaziray” yaptıran iktidar partisinin o şehirden seçilmiş milletvekili Ahmet Uzer. (Kayıtlarda adıyla, şanıyla, sıfatıyla yer alsın istedik.)

Gazianteplilerin ve o anda orada bulunan insanların, içi AKP’li dolu raylı araca bakmalarını tanımlayarak, partidaşlarının kıkırdama, fokurdama ve güldürme ihtiyaçlarını karşılayan Ahmet Uzer’in söyledikleri bir telefon görüntüsüyle anında ulaştırılmış uzay istasyonlarına..

“Şeyin trene baktığı gibi bakıyorlar!”

İnsanların tepkilerinin farkında olduklarında, “çok sert oldu” diye duyuran muhalif medya gücünün kasdı, sanki gaz almaya ayarlanmıştı. Kim nerede, hangi tepkiyi, nasıl vermiş de o tepki sert olmuş?

Ortada bir tepki yokki, sert mi, yumuşak mı olduğu tartışılsın. İlla bir sertlik aranacaksa; Genel Başkanı’nın ve ittifakcısının “zillet, illet” kelimeleriyle manasını değiştirmeye layık buldukları “millet”in “Gaziray” temaşasını, “Şeyin trene baktığı gibi bakıyorlar” diye tasnifleyen AKP’li Ahmet Uzer adlı milletvekilinin bir sonraki eyleminde aranmalıdır.

“Özür diledi” kılıfıyla yumuşatılmak istenen o beyanattaki sertlikleri ya anlamıyor muhalif medya güçleri, yahut hayatiyetlerinin devamını anlamamakta buluyorlar. Öyle ya da böyle; biz işimize bakacağız!

“Sevinçliydim, gururluydum, aşırı coşkuluydum, şaka yapma arzuluydum.. Girişi böyle o özür cümlesinin. Ben öyle olduğumda aklıma “şey”ler gelir. Siz ne halden anlamaz “şey” insanlarsınız. Hoş görünüz yok, üstelik bana “şey”i hatırlatan bakışlı görünüşünüz var.

Devamında özür daha bir özürlenirken, “The End” bağlaması da trajikomik. Neyin tahkir ve tezyif niyeti taşıyıp taşımayacağını bilen sizler, benim “şey” dediğim hemşehrilerimsiniz.

Atalarımızın kabahatinden büyüklük saydıkları bu hali iltifat ve iltimas sananlara biz de onun avukatından satın aldığı tahkir ve tezyif hakkımızı kullanırsak, bir diyeceğimiz vardır.

“Şeyin trene baktığı gibi bakıyorlar!”

İlk duyduklarında eli kalem tutan herkesin, kendi pencerelerinden bakarak olaya, tarihin tekerrür ettiğinin notunu düşmelerini çok isterdik.

“Ulan öküz Anadolulu!”

Milli Şef’in Ankara valisi Tandoğan’ın, adı anıldığında hep hatırlanan bu hitabının, bir AKP’li milletvekili tarafından 2019 yılının Mart ayında tekrar edilmesi, içlerinde yaşattıkları solculuk kompleksinin, Tandoğan gibi olmak özentililiğinin, ya da adına siz ne derseniz deyin, zira Mazhar Osman ve Ayhan Songar öleli çok oldu, dışavurum halidir.

Tandoğan ağzıyla milli şef yıllarında Anadolu insanına saygısızlıklarını, solculuk tarihine açık ve net yazdıranlara bugün, ancak “şey” benzetmesi yapabilen ezik ruhlu milletvekili seviyesinde iştiraki AKP’nin, tuz basarak kabuk bağlattığımız bir yaranın kaşınmasıdır. Bu da bilinsin!

“Şey” kelimesinin kullanımının yasaklanması gayretinin güdüldüğü bir zaman dilimi de vardır bu ülkenin. Gerçekleşmemesine en çok AKP insanları sevinmiş olmalılar. Zira bu seçim ortamında, oylarına talip olduklarını tanımlamak kolaylığı yaşıyorlar.

Elbette “şey” kelimesi üreticisi yalnız değildir, milletinin insanlarına eğlenecekleri sıfatlar bulma konusunda. Birde bakanları var. İthal patateslerin bakanı.

“Bu adilere sandıkta gereken cevabı verecek misiniz?”

Kendini bakan yapan iktidar partisi ile aynı kanunlara tabi olan ve seçimlere katılan muhalefet partisi insanlarıdır kastettiği, Amerikalı dondurulmuş patates şirketinin eski elemanının..

Bu bir mahalli seçimdir. Milletvekillerinin, bakanların “kalite” ebatlarını anlatma, gösterme ve ispatlama yarışı değil ise, saldırganlaşmalarının tek bir sebebi olmalı. İçinde oldukları, bulundukları siyasi ortamın müsaitliği..

Olayın geçtiği şehrin sorumlusu belediye başkanı hanımefendinin, ancak 5 gün sonra reddiyeye durmasını da vurguladığımız o müsaitlik halinin bir belgesi saysın bu ülkenin insanları. (Bakınız, Fatma Şahin açıklamaları 27.03.2019)

Tutamadıklarından mı, tutunamadıklarından mıdır kaçırmaları

Bugünkü Milli Gazete’mizin manşeti 31 Mart mahalli seçimlerinin üç gün öncesinin karakterini tarihe çok güzel yansıtmış.

“Saray’a aday kaçırma!” Yeni Cumhurbaşkanlığı sisteminde, seçimlerde tarafsız bakanlar olması şartının ilgasıyla, tarafgirliği çok öne çıkan ve en çok tartışılan İçişleri Bakanı’nın, Ankara ilçesi Elmadağ’ın Saadet Partisi adayını evinde ziyaretinden sonra olmuş, gazetemizin başlık haberinde duyurduğu olay.

Kazanacağı tahmin edilen muhalefet partisi adayı istifaya zorlanmışsa..

İktidar Partisi’nin kazanma ihtimali olan bir aday bulamadığının dünya aleme itirafıdır bu. İzahı da şöyledir bu durumun: Halktan kazanacak oyu alabileceklerin hiç biri AKP’den aday olmak istememiştir. Bu bir. AKP’den aday yapılanların gücü ise bir muhalefet adayıyla yarışmaya yetmemektedir. Bu da ikincisi. Üçüncüsü daha bir acılıdır. Bu iktidar küçük ilçelerde dahi adaylarının kazanma ihtimalini olumsuz etkilediğinden..

Elmadağ ilçesinin AKP’li adayının bu durum ve olayları gördükten ve şahit olduktan sonra, yapacağı tek işlem vardır. Çekilmek! Zerre kadar varsa o aranacaklardan içinde.. İçişleri Bakanı’nın böyle halletmesi destek değil, beni borçlandırmadır. Diyerek hem de..

***

Yaşayanlar hatırlar, küçükler ise çok okudular ve öğrendiler. 1989 mahalli seçimlerinin unutulmayan örnek seçimlerden olduğunu.

İktidar partisinin sandalyeye oturttuğu ve acemi hırsızların uyguladığı bağlamaları resmederek, “Eli kolu bağlı belediye başkanı mı istersiniz?” sorusuyla kendi adaylarının propagandasını yapmasının hezimetle sonuçlanması, bu seçimde de doğru gündem oldu.

İktidardaki AKP’nin, büyükşehirler, ilçeler, kasabalar dahil tüm adayları yanlarında duran bir Recep Tayyip Erdoğan’la resmedildiler tanıtım afişlerinde. Adayın kıpırdayacak hali yok. Kafasını kaldırsa, seçmenini değil ama seçenini görecek..

Eli kolu bağlı belediye başkanı ister misiniz? Sorusunun 31 Mart 2019 versiyonu..

Bu seçimde “Eli kolu bağlı belediye başkanı ister misiniz” sorusunu, muhalefet soracak, iktidar adaylarının iki kişilik afişlerini işaret ederek..

Tarih böyle tekerrür edermiş.

 

Cinayetler test aracı olamaz

İçinde “mizah” kelimesi geçtiğinden biz de yazmak mecburiyetindeyiz. DYB’nin olmadığı yerde mizah tartışmak okuyana yüktür.

Bir tv kanalında yayımlanan “Güldür Güldür” isimli komedi programı üstüne, eteklerindeki taşları döken dökene. Lakin biz, bir iktidar kalemcisinin yazdıklarını “yüz geri” edeceğiz. Mizahın ne olduğunu onlar da bilsinler yani.

15 Temmuz’la ilgili yazılarımızda, ünlü yaverlerle uçak yolculuklarında “kanka” olduklarını ve ihtilal yapacağız tekrarlarına inanmadıklarından yazmaya değer bulmadıklarını itiraf ettiğini vurgulayarak adını çağrıştırdığımız o yazar, İstanbul Adliyesi’nde şehit edilen savcımız üzerinden yapıyor sorgusunu.

Falan gazetenin yazı işleri toplantısını canlandırarak yapsanız ya güldürme işinizi.

Nasıl bir kalem tutma halidir bu? Katillerin haricindeki herkesin üzüldüğüne ve içinin yandığına inandığımız bir cinayetin mizahını istemek.. İnsanlarımızın bir kısmının tasvip ettiğini de canlandırmalısınız. Bunu da istiyor. Böyle bir Türkiye istiyor.

O haberi yazan gazetelerin hepsinde bir şaşınlık ve neyi, nasıl yazacağına karar verememezlik vardı. Kim bekliyorduki böyle bir olayı. Geçmişte örneği olmayan ve olması düşünülemeyen bir cinayeti anlatacak ideal kelimeleri olabilir mi bir insanın dağarcığında?

Allah hiçbir gazetemize bir daha öyle haberlere başlık aramak işkencesini yaşatmasın demek varken, o halin mizahını istemek hangi sevginin eksikliğinden kaynaklanır?

İlla yapacaksınız inadında olurlarsa eğer, gün olur, devran döner, hani keserlerin ve sapların da döndüğü zamanlara erilir, o cinayetin de hesabının sorulmasına sebep sayılacak mizah yapılabilir.

Bir uçak içi görüntüsü!.. Kakara, makara yapan kalemciler, resmi elbiseliler akrediteler vesaire..

Omuzu yıldızlı olan, elini boynuna attığı ve yanağını yanağına yaklaştırdığı kankasına diyorki: İstanbul’un orta yeri Adliye sarayı. Hiç haberiniz olmadı, hala haberiniz olmadı, olmuyor, olmayacak.. Çünkü siz gazetecisiniz. Bizim sevdiğimiz gazetecilersiniz..

Teferruatı yazmıyorum. Herkesin hayal gücüne bırakıyorum.

Beklenen mizah yazı işleri masasında olacaksa, onca güzel uçak niye alındı ve sizler neden hep yolcusu oluyorsunuz?

Bu soru da onların olsun.

Kiminin de talihi Albayrak’lıdır

“Medyada, ondan ‘Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dünürü olarak bahsediliyor” diyerek başlanan bir ODATV yazısı elbette dikkatimizi çekerdi; “Dünürlüğü sadece küçük bir ayrıntıdır” diye bitirilmiş olsa da... (23.02.2019 Odatv - Hoş galdin Sadık Albayrak)

“Görüşlerine katılmıyoruz ama yazmasını canı gönülden istiyoruz” ilanının ışığında tanıttıkları kitabı dolayısıyla, ilgili sitenin “Eski”ye merakından ziyade Sadık Albayrak’ı nasıl bildiklerinin üstünde duracağız.

Lakin önce bizim hayatımızla bir mukayesesini ortaya koyacağız, kimsenin şeyh uçurucu mürid olmasını istemediğimizden.

Büyük oğlu, büyük oğlumla akran. Bir medya grubunun sahibi diyorlar. Küçük kızımdan bir yaş büyük olan küçük oğlunu ise herkes tanıyor; hem Erdoğan’ın damadı, hem de hükümetlerinde sürekli Maliye Bakanı olması dolayısıyla.

Ailelerimizin benzerliklerini ve çocuklarımızın aynı yılları aynı şartlarda yaşadığını mukayesemizde kullanmak zorundalığımız, bu ayrıntıların bilinmesini gerekli kıldı.

Sadık Albayrak’ın rızkını kalem ve daktilo gücüyle kazandığı o yıllarda, biz de bir resmi kurumda kalem kullanan bir memurduk.

O dört kişilik ailesiyle “kira”da oturduğunun bilinmesini üstüne basa basa isterken, bu fakir de altı kişilik ailesiyle tapu kaydında 45 metrekare yazılı bir evde kirada oturuyordu.

1982 yılından, sayın Albayrak’ın cezaevinde olduğu yıldan bahsediyoruz. Daha doğrusu, oradan çocuklarına yazdığı ve herkesle paylaşmak için medyaya servis ettiği mektubundan öğrendiklerimizi baz alarak mukayese muhasebemizi yapmak istiyoruz.

Ondan medyada “Erdoğan’ın dünürü” olarak bahsedilirken ve öyle bir şöhreti varken, sana ne oluyor da onun yanına koşuluyorsun, gibi bir karşı çıkışı haksız buluruz. Tamam, bizim sayın Albayrak kadar şanımız, şöhretimiz, çevremiz, yüksek sıfatlı dostlarımız yok ama, Millî Gazete’de bir ara birlikte yazdığımızı da boş verin, itirazlarımız var. Evet itirazlarımız olduğundandır, sayın Albayrak’la bu yazılık da olsa yan yana durmamız. Yoksa biz de biliriz, bir denklik, bir okkalaşma, içinde olamayacağımızı... Aynı mahallede oturmayacağımızı da...

Servis edilen mektup dedik... Haberi dolayısıyla andığımız Odatv sitesinde halka ve tarihe açık tutulduğundan, ki ünlü kişilerin mektupları da ünlü olur, itirazlarımıza kaynak olacaktır. Yazacaklarımızı kimse bir hayatın irdelenmesi, mercek altına alınması sanısında okumamalıdır. Varlığımızı borçlu olduğumuz kültürümüzdür asıl konu etmek istediğimiz.

“Çağda ve arkadaşlarınızda olan imkanları siz de istersiniz.” Baba Albayrak, çocuklarının arzularına bu cümle ile tercüman oluyor. Bir babanın çok masum bir hüznü gibi okunan bu cümlenin akabinde söylenen ise şu: “Bu sizin en tabi hakkınız.”

İtirazımı aynı yılları aynı yaştaki çocuklarla aşağı yukarı aynı şartları yaşayan ben olarak değil, babamızdan bize intikal eden bakış açısını kullanarak yapmak istiyorum.

Küçük esnaf sınıfından bir manifaturacıydı babam. Daha çok köyden gelenlere hitap etse de dükkanı, bizim hevesimize uygun kumaşları da olurdu. Ama bize onlardan pantolon-ceket-gömlek diktirtmezdi ve sebebini de izah ederdi. Sokağın çocuklarında olmayan, şimdi sizde de olmamalı.

Osmanlı mektebinden şehadetnameli babamın, sayın Albayrak’ın yazdığı İstanbul hayatlarından haberli olmaması da normal sayılmalıdır bu arada.

“Kiradan kurtulamayacak, el-alem yanınızdan gazlayıp geçerken, sizler çamurlu yıllardan ıslak ayakkabılarla eve koşacaksınız.”

Sayın Albayrak mektubunun devamında, çocuklarına bunları da yazıyor.

Kiracılığın illa kurtulunması elzem bir ceza gibi görülmesinin meyvelerini Özal günlerinde kooperatifcilerin yediğini unutmamamız bir yana, sayın Albayrak’ın biraz ileri görüşlü cümleleri de olsun isterdik mektubunda. “Bu çağ, bu devir çileyi seçme zamanıdır...” Demiş ama, seçilenler herkesin malûmu.

Küçük oğlunun hep görev aldığı iktidarların İstanbul ve diğer şehirlerimizi, bahsettiği o sorunları ortadan kaldırmak maksadıyla dikey beton bloklarla doldurmalarını tahmin etmeliydi, en azından...

Dahası, çamurlu yolların kalmayacağını, ıslak ayakkabıların yerini koruma timli makam arabalarının alacağını, yanlarından kimsenin gazlayıp geçemeyeceğini, hiç değilse birazcık bilmeliydi de.

Sayın Albayrak’ın yöresinin diliyle şöyle bir soru gelebilir şimdi: Haçan! Diyeceksun ki, o çocuklarını böyle kışkırtmasa idi, olanlar olur mi idi?

Olanlar nedir ve nasıl olmuştu?

Odatv sitesi bu ve benzeri sorulara cevap arıyor olmalı ki, “Hoş geldin Sadık Albayrak” manşetiyle duyurduğu haberin üstünde, röportajlarının demirbaşı ünlü solcu Yalçın Küçük’e küçük oğlunu anlattırmışlar. (08.03.2019 Yalçın Küçük aylar sonra konuştu. AKP bitiyor.)

İşte o röportajdan, konuşmacının birkaç yerde tekrarladığı bir vurgulamayı aynen alacağım buraya.

“Servet olarak üçüncü adam çok zengin, Berat Albayrak, başka hiçbir özelliği yok. Birdenbire oraya geldi.”

“Birdenbire oraya geldi. Büyük servetlere hakim oldular.”

“Adam son derece güçlü ve o ekibin de üçüncü adamı.”

“Onun ötesinde bir de çocuk çıktı, neydi adı, Berat mı, üç tane adam bu Türkiye’yi uzun müddet bunlar idare ettiler. Hiç itiraz da olmadı. 17 yıldır bir itiraz olmadı.”

Odatv sitesinin yaptığı bu haber-yorum şekline “İroni” mi demeli, biz bilmeyiz.

Sadık Albayrak’ın “Eski İstanbul’da Sosyal Hayat ve Çevre” kitabını reklam ederlerken, birisi çıksın da Yeni İstanbul’da Sosyal Hayat ve Çevre’yi yazsın bu anlattıklarımıza bakarak, muradı mı güderler, bunu da bilmeyiz.

Bilgimiz olsaydı yazardık.

Odatv sitesinin son cümlelerine katılırız mesela. Tasdik de ederiz icabında.

“Sonuç olarak, Sadık Albayrak gazetecidir; yazardır; düşünürdür. İdealisttir. Vicdanlıdır. Ahlaklıdır. Aydın olma namusuna sahiptir. Bunların yanında ‘dünürlüğü’ küçük bir ayrıntıdır.”

Seçim arefesinde, bir de basit bir konuyu ele alalım dedik, işte böyle!