Zor günlerden geçiyoruz demek bile artık abesle iştigal oldu. Olağanüstü bir gelişme yaşamadığımız gün neredeyse yok. Her şeye rağmen teennili olmak, ani tepkiler vermeden doğru sonuçlara ulaşmak gibi bir hedefimiz olmalı. İktidarıyla, muhalefetiyle gidecek başka bir yerimizin olmadığını bilmek zorundayız. Bu gerçeğe göre hareket etmenin asli sorumluluğumuz olduğunu unutamayız.

Siyasi rekabet elbette olacak ama çadırın orta direği olan ülkemizin birliği, beraberliği ve bağımsızlığına halel getirecek siyasi hesap ve beklentilerden en net bir şekilde uzak durmak, her şeyimizle bu topraklara ait olduğumuzun nişanesidir.

Evet, Zarrab davasından bahsediyorum. Sürecin en başından beri yanlış yönetildiğini bugün AK Partili yöneticiler bile söylüyor. Neden yurtdışına çıkışına izin verildi? Bir ihmal mi söz konusu veya birileri bunun için özel bir gayret mi gösterdi bilmiyoruz. Ancak böylesine tartışmalı bir kişinin elini kolunu sallayarak gitmesi Zarrab’la ilgili hatalar zincirinin en önemli halkalarından birisidir. Birgün kahraman diye taltif etmek, diğer bir gün hayırsever diyerek sırtını sıvazlayıp ödül vermek, tutuklandığı andan itibaren kendisine güvenmeye devam etmek, hakkında nota verecek kadar onu ciddiye almak, şimdi de ta başından beri Amerikan ajanıydı gibi suçlamalar yapmak sürecin doğru yönetilemediğine dair önemli bulgular olarak görünüyor.

Malumunuz konunun iki boyutu var.

Birisi ambargonun delinmesi yönündeki suçlamalar, diğeri ise rüşvet iddiaları. Birincisi ile ilgili toplumun her kesimi İran ’la ticaret yapmak bizim kendi kararımızdır, kimseyi ilgilendirmez diyerek ittifak ediyor. Ayrıca bu ticari faaliyetlerin terörün finansmanı gibi saçma ve zorlama iddialarla da açıklanamayacağını biliyor.

İkincisi ise bu iş yapılırken kimi yetkililerin rüşvet aldığı yönündeki ifadeler. Bunda da muhatap ABD mahkemeleri değil ki. Bu konu tamamen Türk yargısının ilgi alanına giriyor veya girmeli. Yani bu olay başkasını ilgilendiren bir mevzu değil.

Bu açıdan bakıldığında bu dava sürecinin farklı bir şekilde kurgulandığına dair endişeler ortaya çıkıyor.

Hedefin Türkiye olduğu yönünde güçlü kanaatler oluşuyor.

Aynı 17/25 sürecinde olduğu gibi bir durumla karşı karşıya olduğumuz şeklinde bir hisse kapılıyoruz. O günlerde de yazmıştık. O süreç bir yolsuzluk operasyonu değildi. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını korumak, kollamak gibi gerekçelerle yapılmamıştı. Hedef doğrudan yolsuzluk söylemleri üzerinden ABD ile işbirliği yaparak mevzi koruma/kazanma, güç elde etme mücadelesiydi. Oradan sonuç alınamadığı için 15 Temmuz gibi bir ihanetle karşılaştık. Bugün de durum 17/25’ten farklı değil. Ortaya atılan iddiaların sonuna kadar üzerine gitmek bu ülkenin kendi iç meselesidir ve bu yüzleşme mutlaka yapılmalıdır. Ancak Türkiye’de iktidar değişikliği için herhangi bir siyasiye dış güçlerin eliyle zarar vermek gibi süreç yürütüldüğüne dair bir kanaat varsa, herkes bilsin ki bu o şahısların değil ülkemizin hedef alındığının işaretidir.

Bugün bir siyasi şahsiyetin değişmesi için dış güçlerle işbirliği yapmaya niyet edenler varsa şunu unutmasınlar; şayet yarın kendileri işbaşına gelirse başkaları da onların gitmesi için birileriyle iş tutar. Bu hem şahıslar, hem de ülkemiz için zillet demektir. Bu zillete evet diyerek iktidar olmayı istemek başkalarının memuru olmak anlamını taşır.

Bu ayrımı yapamazsak ülke, millet olarak hepimiz kaybederiz. Biz bir müstemleke değiliz. İktidar değişecekse bunu biz demokratik kurallar çerçevesinde kendi kararımızla yapmalıyız. Birileri yanlış yaptıysa onun hesabını da hukuk içinde başkası değil biz sormalıyız. Hepimiz geçiciyiz ancak bu ülke, bu coğrafya kıyamete kadar yaşayacak, yaşamalı.

Önceliğimizin ülkemizin bağımsızlığını günlük hesap ve polemiklere kurban etmeden Türkiye’nin yanında yer almak olduğunu aklımızdan hiç çıkarmamalıyız.