Şevket Süreyya Aydemir, hayatını “Suyu Arayan Adam” da anlatır. Yazdığı yazılardan dolayı 1925 yılının ortalarında tutuklanır ve Ankara İstiklâl Mahkemesi’ne gönderilir. Muhakeme edilirken İstiklâl Mahkemesi üyesinin şapka giyen bir gazeteciyi tekmeyle dışarı attığını belirtir. Henüz şapka kanunu çıkmamıştır, şapka da kutsallar arasına daha girmemiştir:
“Biz mahkeme binasına girince evvelâ alt kat sahanlığında veya odaların aralığında bir yerlere oturtulduk. İnenler, çıkanlar, getirilenler, götürülenler vardı. Fakat bir aralık yukarda kopan gürültü, bütün hareketleri durdurdu. İri yarı, pehlivan yapılı bir mahkeme üyesi, merdivenlerin başında bağırıyor, tepiniyordu. Başında kocaman bir kalpağı vardı. Hasır şapkalı bir gencin yakasına yapışmış, tartaklayıp duruyordu:
«- Nedir bu kepazelik Bu şapka da ne oluyor Babanda mı şapka giyerdi Anandan mı şapkalı doğdun “
Sonra sözler, muameleler daha da sertleşti. Arkasından kuvvetli bir tekme yiyen genç merdivenlerden aşağı tekerlendi. Çantası bir tarafa, şapkası bir tarafa gitti. Fakat heybetli üye hâlâ hıncını alamıyordu. Basamakların başında boyuna bir takım küfürler, ağır tâbirler savuruyordu. Şapkasını, çantasını güçbelâ toparlayan genç kendisini sokağa attı. Artık bu tâbirleri işitemeyecek kadar uzaklaşmıştı. Bu genç bir gazeteci idi (Hikmet Şevki). Şapka giymenin henüz kanunlaşmadığı, fakat bazı atılganların şapka giyebildiği günlerdi. Bu genç gazeteci de başına hasır bir şapka geçirmiş ve mahkeme binasına haber derlemek için şapka ile gelmişti…
(…)
Derken meşhur şapka kanunu çıkar. Şevket Süreyya bu kez o mahkeme üyesinin tamamen farklı bir şapka eylemine tanık olur. Fatih Müderrislerinden İskilipli Âtıf Efendi’yi görür, Şapka Kanunu çıkmadan bir buçuk yıl önce kaleme aldığı “Frenk Mukallidliği ve Şapka” adlı eserinden dolayı Şapka Kanunu’na muhalefetten, mahkemenin idam cezası vermesine karşın onun metanetli halini şöyle anlatır:
Aradan bir zaman geçti. Gene mahkemeye çağrıldık…
Mahkemeye çağrıldığımız gün aynı yol nizamı tertiplendi. İstiklâl Mahkemesi’nin iki katlı kerpiç binasına girdiğimiz zaman, evvelâ gene aynı sahanlıkta, aynı tahta sıralarda oturtulduk. Yukarıda gene aynı hareketler, getirilenler, götürülenler vardı. Bir aralık üst sahanlığın başında aynı iri yapılı üye göründü. Fakat şimdi başında bir hasır şapka vardı. Mahkeme salonundan çıkarılan bir hükümlü grubunun merdivenlerden indirilmesine nezaret ediyor, bir sıra emirler veriyordu. Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderris olan İskilipli Âtıf Hoca’nın başında fes ve sarık vardı. Cübbeli ve kıyafeti temizdi. Suçu o sıralarda yayınlanan Şapka Kanunu’na muhalefet etmekti. Fakat bu suç bir takım ithamlarla da karışınca mahkemede en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu.
Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu.
Fakat eski kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba Hocayı bir tekmeyle merdivenlerden aşağı yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler kendine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken dudakları gene kımıldıyordu…” (*)
Mahkeme üyesinin şapka düşmanlığı kısa süre içinde yaman bir şapka severliğe dönüşmüş ve mazlum din ulularına idam cezası verecek kadar bu yanlış tutum sürdürülmüştü. Zalim bir insanın başında ise ne olduğu fark etmiyordu. Önce kalpaklı olan üye, sonra şapkalıdır. Fakat değişen başındaki bez parçasıdır; yüreği daima kinli, paslı, çirkindir.
* Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, 25 baskı, İstanbul 2012, s. 310-312.