Yusuf Kaplan’ın Yeni Şafak’taki köşesinde son yazdıklarına katılıyorum.

Evet, Türkiye sessiz sedasız kültürel bir yok oluşun, çölleşmenin ve de intiharın eşiğine doğru sürükleniyor.

Kültür ortamlarını öz yurdunda turist gibi dolaşan, ülkenin bütün değerlerine yabancılaşmış “kültür magandaları”na terk ediyoruz.

Siyaseten iktidar olmakla meselelerin hallolacağını sananlar fena halde yanılıyorlar.

Yaşam biçiminiz, hayat yordamınız kuşaklara intikal etmiyorsa tarih olarak yeryüzünde iziniz silinmiş, buharlaşmış sayılırsınız.

Kültür bir milletin yaşamsal seyir defteridir.

Bu defterin içerisinde sevinçler, korkular, yengiler, zaferler, beğeniler ve görülmemiş rüyalar vardır.

Ses, söz, ritim, ahenk, eda, iklim ve suret olarak insanlığa sunacak bir teklifimiz olmalıdır. Sanayi medeniyetinin cenderesinden ve modern teknolojinin karmaşa ve buhranından bizi kurtaracak olan kendimize ait gök kubbe altındaki tasavvurlarımız ve tahayyüllerimizdir. Ses duyurur, söz anlatır, renk hatırlatır.

Medeniyetimize ait unsurları çocuklarımıza ve gelecek kuşaklara aktarmak için onların görme, işitme ve tatma gibi hassalarını bu unsurlarla tanıştırmak gerekir.

Türkü dinlemeyen, divan edebiyatına burun kıvıran, geleneksel sanatlara donuk ve sönük nazarlarla bakan bir gençlik yetiştirmeyi başardık ne yazık ki.

Bu gençlik seması ve metafiziği olmayan bir kalkınma ideolojisinin mahsulüdür.

Üzümü yer, ama bağcıyı sorması gerektiğini aklına getirmez.

Üzüm yemesi gerekirken amacını unutup bağcıyı dövmeye kalkar.

Babası kendisine koskoca bağ bağışladığı halde kendisi babasına bir salkım üzüm bağışlamaktan kaçınan evlatlar sığmaz olur hanelerimize.

Üzüm üzüme baka baka karardığı gibi, kuşaklar birbirlerine bakarak kararsızlaşıyor şimdilerde.

Adına ‘peki, o halde ne yapmalı ’ denilen istasyonda hiç gelmeyecek trenleri bekleyip duruyoruz.

Atasözleri bile sözünde durmuyor. Lafı gediğine oturtmak istesek de nafile; çünkü deyim yerinde değil.

Şifahi kültürden yazılı kültüre geçerken “ümmiliği” rafa kaldırdık.

Yazılı kültürden dijital kültüre geçerken gök boşluğunda kayda geçmiş ne varsa hepsini yitirdik. Ne galat-ı meşhurlarımız kaldı ne darb-ı mesellerimiz.

“Söz uçar yazı kalır” diye bilirdik; şimdilerde bu da değişti.

‘Söz uçar yazı kalır; ama yazının da çok azı kalır” gerçeğiyle baş başa kaldık.

Kaleme yemin edilen bir dinin mensuplarıyız.

Kalemden klavyeye geçerken harflerin ruhunu yitirdik. Sesler kelimelerin hançeresinde düğümlendi.

Biz sabah oldu sanmıştık; meğerse küreselleşmişiz.

Gök kubbenin sakinleriydik, yer kürenin evlatları haline geldik. Yerli denildiğine bakmayın, başkalarıyla uyumu yakalamak için kendimize yabancılaştık.

“O sabah ezan sesi gelmedi minarelerden/Korktum bütün insanlar, bütün insanlık adına” diyordu isminin baş harfleri acz tutan zarif şair.

O ezanlar olmasaydı Süleymaniye camiinin kubbesi de böyle muhkem kalmazdı.

O ezanlar susmuş olsaydı, gökkubbe başımızın üstünden, yerküre ayağımızın altından kayıp giderdi.

Kısılsaydı minarelerden ezan sesleri ne Itri kalırdı ne Süleyman Çelebi ne Mimar Sinan.

Kültürü omurgasını diri tutan günde beş vakit minarelerimizden okunan ezanlardır.

Bütün yıkım ve kültürel erozyona rağmen hâlâ sesimizi gelecek kuşaklara aktarabiliyorsak bu dinamizm sayesindedir.

Kültür ana membaından kopmadıkça bir millet yörüngesinden çıkmaz.

Sanat, edebiyat ve estetiğimiz bu ana membadan beslenip neşvünema bulmalıdır.

Gökdelenler tuttuğumuz oruçları sakatlar, insanı tükettiği şeyin zebunu kılan alışveriş merkezleri aldığımız ömürlük abdesti bozar. Kıblesi olmayanın namazı olmaz. Kıble “dosdoğru yol”dur.

Musiki, şiir, edebiyat ve estetikten mahrum bir dünya görüşü Vandalizm’e çıkar, barbarizm’de mola verir ve nihilizme saplanır.

Güzellik hayal ve tasavvuru olmayandan cennete dair bir gayret ve arzu beklemek seza mıdır