İslam bir düstur ve neşve olması gerekirken neden bir tür tartışmalar manzumesine dönüşmüştür, bunu hiç düşündünüz mü
Bir şey üzerinde sürekli tartışma varsa o şey “tartışmalı” hale gelir ve vuzuh sorunu ile malul sayılır.
Söz konusu olan İslami umdeler olduğuna göre bu umdeler üzerinde sürekli gürültü çıkarmak İslam’ı yaşanılır bir din olmaktan uzaklaştırmak demektir.
Hayatı tartıştığınızda yaşamaktan bir şey anlayamazsınız. Hayatı inkâr ettiğinizde bütün dini ve ahlaki ilkeleri yok saymış olursunuz. Zira hayatın kanı çekilince dinin hayatiyeti sona erer ve din de ahlak da müzelik olur.
Sözgelimi bir Müslüman olarak müzik ile sorununuz varsa hayat ile ve dini yaşantınızı bina ettiğiniz fıtrat ile sorununuz olduğu anlaşılır.
Müziksiz bir İslam’ı savunanların cennet tasavvurlarını çok merak ediyorum. Ritim ve ahenk duygusundan yoksun bir insanın ne dünyaya ne de ahrete dair ciddi bir iddiası, görülmüş bir rüyası ve de kurulmuş bir hayali olamaz.
Evet, üzerine basa basa söylüyorum, bugün İslam başlığı altında her meselenin tartışılması sanatsızlığımızın, şiirsizliğimizin, musiki ve mimari noktasındaki sefaletimizin dışa vurumudur.
Musikisiz, şiirsiz ve edebiyatsız değerler eğitimi eti pişirmeden yedirmek gibidir.
Dinin özümsenmesi ancak onun hayata geçirilmiş örnek modelleriyle mümkündür.
Eğer müzik dinen sakıncalı ise müziğin doldurduğu boşluğu ne ile doldurmayı düşünüyorsunuz
Bu boşluğu dolduramayacaksınız hiçbir zaman.
Çünkü o hayata eklentili, hayata ait bir parçadır.
Bu yüzden evrenin bütününde kulağı ona yabancılaşmamış olanlar için bir melodi, bir ahenk ve ritim hâkimdir.
“Sesini ölçülü tut, en çirkin ses eşeğin sesi (anırışı)dir.” (Lokman Suresi -19) ayeti aynı zamanda sözün de bir sesi (müzikalitesi) olduğuna dair dolaylı bir vurgudur.
Müziğin coşkusunu tatmayanlar tartışmaların kaygan zemininde debelenip dururlar.
HUBER KÖŞKÜNDE SANATÇI İFTARI
Birlikte izliyoruz haberleri. Yanımdaki şair arkadaşın huyunu bildiğim için yorum yapmamaya çalışıyorum mümkün mertebe.
Cumhurbaşkanı’nın Huber Köşkü’nde sanatçılara verdiği iftardan kesitler geliyor ekrana.
Şair arkadaş bu kalabalık içerisinde sanki şiirinden bir kelimeyi kaybetmiş gibi kendini arıyor. Sonunda dayanamayıp her zamanki refleksini gösteriyor: ‘Ben niye yokum’.
Onun bu alışıldık tepkisi karşısında takılmadan edemiyorum. ‘Bak belki de oradasındır’ diyorum.
İlginçtir, gerçekten de bakıyor şair arkadaş. Parmağı ile Bülent Ersoy’un yanındaki kişiyi gösterip: ‘Yo, o ben değilim’ diye çıkışıyor.
‘Dikkatli bak belki de o’sundur’ diye takılıyorum.
Bu sefer ekrana değil, dik dik yüzüme doğru bakıyor.
‘Ah şair’ diyorum içimden ‘senin ne işin var muktedir mükellef sofralarda ’
Şair arkadaş sanki içimden geçeni duymuş gibi ‘Ben oy verdim, destekleyen benim, benim sayemde ama…’ diye söyleniyor, bölük pörçük kelimelerle.
Bir türlü ekrandan ayıramadığı bakışlarını dağıtmak için “haydi git şiirini yaz, galiba senin şiirin geldi” diyorum.
Yaka cebinden promosyon ürünü tükenmez kalemini çıkarıp önündeki kağıda şu cümleleri yazıyor: “Ne zaman savaş olsa ben çağrılıyorum/ Ne vakit hurma tiridi ziyafeti verilse Amr çağrılıyor.”