Batı dünyasının zahiri gücü maalesef sadece ekonomi, finans ve teknoloji alanında değil, sosyal ve siyasal alanda da kendini göstermektedir. Hatta modern kavramı da esasında belli bir dönemdeki olay ve olguları anlatırken bugün yeni, güzel ve iyiyi anlatır olmuştur. Kökeni itibarıyla bakıldığında Latince kökenli olan modern kelimesi “şimdiki zamana ait ve çağdaş/asri” anlamına gelir. Tabii anlamlar Latincedeki kökenlerine göre değil Fransızcaya nasıl geçtiği üzerinden okunmalıdır. Zira Batı aydınlanması sürecinde yeni kelime devşirme noktasında Fransızların ve daha da çok Fransızcanın çok ciddi etkisi olmuştur. Demokrasi, ideoloji ve benzeri birçok kavramda modern gibi Latince kelimeler olup tabiri caizse Fransızca devşirmesidir…
Modernizm veya modernite bugünün dünyasını o kadar etkilemiş ve çevrelemiştir ki bu döneme (hâlâ yaşandığı ve içinde de olunmasından ötürü) yeni bir isim verilmemiş/verilememiş ve postmodern dönem denilmiştir. Yani modernizm sonrası dönem… Bunun açıklaması, “Evet, tamam bugünün dünyası modern dinamikleri kaybetti, bu modern dönem değil, ancak hangi ismi kullanacağız sorusuna verecek cevabımız yok” demektir.
Kavramın özüne bakıldığında sanayi devriminin bir ürünüdür. Dolayısıyla önü ve arkası bir şekilde Batı ile Batı tarafından dolmuş ve doldurulmuştur. Batı toplumu 5000 yıldan fazla süren tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmiş ve yerleşik tarım toplumu yeni sürece geçerken belli sorunlar yaşamıştır. Nitekim sanayi toplumuna geçiş anlaşılamamış ve eskiyi ret etmek üzerinden okunmuştur. Bu nedenle toplumsal yapılar, karakteristik biçim ve renklerinin çoğunu, bilinçli veya bilinçsiz, sanayi öncesi yolların, tarzın ve yöntemlerin reddedilmesinden almıştır.
Sanayileşme teknik ve (sonrasında o tekniği işleyecek insan ihtiyacı yüzünden) toplumsal açıdan kesinlikle yeni olan çok şey içermekteydi. Ancak diğer yandan da büyük bir oranda hem teorisinde hem de pratiğinde, kabul ettiği kadar onaylamadığı veya ret ettiği şeylerle de anlaşılması gereken bir fikir olarak kaldı.
Modernizmin ve onu savunanların gücü her zaman belli bir oranda tepkisel bir güç olmuştur. Mana, hız ve ivmeyi kullanmaktadır. Daha önce olanlarla karşılaştırma veya zıtlık yoluyla ve onları reddederek veya olumsuzlayarak elde eden bir güce sahiptir.
Modernistlerin bu gücü statik kalan klasik veya antik olana karşı sürekli belirsiz olan yeniyi savunmalarından da gelir. Bu savunma esnasında Batı ve düşüncesinin anlaşılması için de bir mihenk taşı sunar insanlara. Ayrıca karşı tarafı kötü bir manaya sürükledikleri bir kavramla eleştirirler ‘muhafazakârlık’…
Batı toplumu olanı alıp iyileştirilme, güzelleştirme veya ihya etmeyi tercih etmez. Eksiyi yıkma ve yok etme ardından kendisininkini inşa etme mantığı ile hareket eder. Olmayan, pratize olmamış yani teoride kalmış her zaman cazip gelir. Ancak ‘hazırı gaibe değişmemek’ gerektiğini söyler eskiler. Elbette eskiye takılı kalmamak da gerekir. Ancak eskiden beri yaptığımız gibi olanı alma, eskiyi israf etmeme, var olanı güzelleştirme ve ihya etme varken neden başka yollara son 150-200 yıldır tevessül ediliyor. Asıl konuşulması gereken budur.
Maalesef Müslüman dünyası olarak bizler sahte ve yapay kaynaklara sarılmış ve Necip Fazıl Kısakürek’in acı ifadesiyle ‘güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş’ durumdayız. Ezcümle sen güneşten kaçmak istersen bir şekilde kaçarsın ancak o, parlamaya devam eder. Dolayısıyla bize giydirilmeye çalışılan modernizm gömleği gibi gömleklerin üstüne olmadığını görmemiz gerekiyor. Batı’nın yıkımcı mantığı ve yok edici vahşiliğinin değil, edep ve merhamet üzerine inşa edilmiş değerlerimize sarılmamız gerekiyor.