Bir ülkede mahkeme salonlarından yükselen ses, sadece hâkimin tokmağıyla değil, halkın kalbindeki yankıyla ölçülür.

Ahmet Minguzzi davasında verilen karar, işte o yankıyı susturdu. Bir mahkeme kararı, yalnızca bir sanığın dosyasını kapatmadı; adalete duyulan inancın kapılarını da kapattı.

Yıllardır polis-adliye muhabirliği yapan biri olarak söylüyorum: Bu karar, yalnızca yargı tarihine değil, toplum vicdanının tarihine de kazınan davalardan biri oldu. Çünkü bu ülkede artık insanlar, “suçlu bulundu mu?” diye değil, “adalet bulundu mu?” diye soruyor.

Her şey kağıt üzerinde yasalara uygun olabilir, ama her zaman adalete uygun olmaz. Ahmet Minguzzi davasında açıklanan karar da bu türden bir karardır. Dosya, delil, rapor, bilirkişi… Hepsi tamam.

Ama karar okunduğunda, salonda yankılanan sessizlik, aslında büyük bir feryattı: “Bu mu adalet?”diye bağırıyordu.

Şunu unutmayalım: Adaletin en kırılgan yanı, güven duygusudur. Bir kere sarsıldı mı, artık en doğru karar bile inandırıcılığını yitirir. Ahmet Minguzzi kararında yaşadığımız tam olarak budur.

Bir mahkeme kararının ardından halk “adalet var mı?” diye soruyorsa, orada artık hukuk değil, sessizlik hüküm sürüyordur. Ve o sessizlik, sistemin değil, vicdanın çığlığıdır.

Her kararda bir toplum aynaya bakar.

Ahmet Minguzzi kararı, işte o aynayı paramparça etti.

Devletin sessizliği, hukukun diliyle konuşmayı reddedişi,

vatandaşın güven duygusunu yitirmesine yol açtı.

Ahmet Minguzzi davası bir son değil, bir uyarıdır.

Topluma şunu hatırlattı: Hukuk metinlerde yaşar, ama adalet kalplerde hüküm sürer.

Eğer kalpler sarsıldıysa, artık hiçbir yasa kurtaramaz bizi.

Minguzzi davası kadar Balıkesir Edremit’te bir suç makinesinin sokaklarda dolaşıp bir katliama imza atması da çok konuşuldu. Böyle bir kişinin elini kolunu sağlayarak toplum içinde dolaşması birçok soruyu beraberinde getiriyor. Ancak burada ki en önemli konu nedir? O da cezasızlık…

Son yıllarda “cezasızlık” neredeyse bir rutin bir hal almaya başladı. Suçu işleyenin sağında solunda güçlü isimler varsa, ceza alan bir kişi birkaç ay içinde iyi hâl indirimiyle sokaktaysa; artık o ülkede adalet bir sembol değil, bir şaka hâline gelir.

Peki neden? Çünkü cezalar uygulanmıyor, infaz düzenlemeleri suçu caydırmıyor, vicdanlar tatmin edilmiyor. Hukukun gücü yerine, gücün hukuku işliyor. Ve bu durumda, hukuk kağıt üstündeki kelimelerden ibaret kalırken, adalet ise mahkeme salonlarına uğramıyor.

Çıkarılan infaz yasaları, cezanın caydırıcılığını sıfırladı. “İyi hâl”, “denetimli serbestlik” gibi uygulamalar, adaletin ruhunu kemiriyor. Bir fail, suç işlerken bile “nasıl olsa çıkarım” diyebiliyorsa, orada artık ceza değil, cesaret vardır. Suç işlemeye cesaret.

Bir ülkenin hukuk sistemi, halkına şu soruyu sordurtuyorsa:

“Adalet herkese eşit mi?” İşte o noktada artık reform değil, yeniden doğuş gerekir. Çünkü adalet duygusunun öldüğü yerde, toplum yaşamaz.

Çünkü adaletim  olmadığı yerde, intikam kültürü büyür. Yargının boşluğunu sokak doldurur.

İnsanlar devlete değil, kendilerine güvenmeye başlar. Ve bir hukuk devleti için en tehlikeli şey budur: Vatandaşın kendi adaletini araması.

Bu ülkede artık yasa değil, irade eksik. Hukukun eksikliği değil, adaletin cesaretsizliği en büyük sorunumuz. İnfaz yasası değişir, cezalar artar, mahkeme salonları dolar ama eğer vicdanlar boşsa, hiçbir şey değişmez.

Bizim artık yeni yasaya değil, yeni bir adalet anlayışına ihtiyacımız var. Şeffaf, hesap verebilir, toplumu dışlamayan bir yargı sistemine. Bir mahkeme kararının ardından “Neden?” sorusunu değil, “Hak yerini buldu” cümlesini duymak istiyoruz.

Bir ülkede ceza, suçluyu değil toplumu cezalandırıyorsa; adalet sistemi, suçluyu kazanıyor ama toplum güvenini kaybediyorsa, artık o sistemin reformla değil, “yeniden inşayla” düzeltilmesi gerekir.

Çünkü adalet, hâkimin kürsüsünde değil, halkın yüreğinde yaşar.

Ve bu yürek şu anda çok kırık.

Adalet, güçlüden değil, haklıdan yana olmalı. Ve haklıdan yana olmayan her hukuk, bir gün kendi kendini yargılar.