İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, hazırladığı İBB iddianamesi sonrasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na CHP ile ilgili yaptığı bildirim gündemi alt üst etti. Yapılan bu bildirim, “CHP’nin kapatılması talebi” olarak yorumlanınca da, “CHP kapatılabilir mi?” sorusu gündemin merkezine oturdu.
Anayasa’nın 68. ve 69. maddeleri siyasi partilerin faaliyet alanlarını, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu ise kapatma usullerini düzenler. Buna göre, bir siyasi partinin kapısına kilit vurmak için, “devletin bölünmez bütünlüğüne” veya “laiklik ilkesine” açık ve sürekli bir şekilde aykırı eylemlerin odağı haline geldiğinin kesin delillerle kanıtlanması gerekir.
Bu sürecin tek muhatabı da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığıdır. Başsavcılık, bir dosya hazırlayıp Anayasa Mahkemesi’ne sunar; kapatma davası açılması ve yürütülmesi ise yüksek mahkemenin yetkisindedir. Yani, savcılıkların hazırladığı dosyalar, tek başına “parti kapatma” sonucunu doğurmaz.
Ancak Türkiye’de parti kapatma davaları her zaman iki dille yazılır: Birincisi hukuk dili, ikincisi siyasetin gölgesiyle yazılan dil. Anayasa maddeleri partilerin kapatılmasını son derece istisnai koşullara bağlar. Delillerin açık, eylemlerin sistematik ve partinin bu eylemlerin odağı haline gelmiş olması gerekir. Ancak Türkiye pratiğinde “odağı haline gelmek” ifadesi, çoğu zaman yoruma açık bir siyasi silah olarak kullanılmıştır.
Refah Partisi, HADEP gibi örnekler bunun somut göstergesidir. Dolayısıyla bugün de benzer bir süreç CHP için konuşuluyorsa, bunun salt hukuki bir ihtimal değil; aynı zamanda siyasal bir hamle olabileceğini görmezden gelemeyiz.
CHP örneğinde, “İBB üzerinden örgütsel bağlantı” iddiası -eğer genişletilirse- kapatma için hukuki bir argüman üretme çabası olarak yorumlanabilir. Fakat Türkiye’nin son yıllardaki yargı protaiğine bakıldığında, böylesine köklü ve tarihi bir partinin kapatılmasının hukuken son derece zayıf dayanaklara sahip olacağı açık.
Varsayalım ki süreç ilerledi ve Anayasa Mahkemesi’ne kadar gitti; hatta çok uç bir senaryoda CHP kapatıldı. Bu, siyasi açıdan kısa vadede büyük bir şok yaşatır. Ancak Türkiye deneyimlidir; kapatılan partiler kısa sürede yeni bir isimle yeniden örgütlenmiştir. Refah Partisi’nden Fazilet’e, oradan Saadet’e; DTP’den BDP’ye oradan HDP’ye kadar…
Dolayısıyla CHP’nin kapatılması da “CHP’nin sonu” anlamına gelmez, sadece CHP’nin isminin değiştiği bir ara dönem yaşanır. Ancak bu süreçte toplumsal kutuplaşma keskinleşir, kurumsal güven daha da zedelenir.
Öte yandan, bu girişimin kapatma davasına dönüşmemesi veya Anayasa Mahkemesi’nin kapatmaya yer olmadığına karar vermesi de siyasette “gerilimi durdurma” anlamına gelmez. Tam tersine, bu dosyalar artık siyasetin gündeminde bir baskı unsuru olarak kalır. “CHP’ye karşı hukuk sopası” tartışmaları, iktidar-muhalefet eksenindeki kutuplaşmayı daha da derinleştirebilir. Kapatılması bile, parti üyelerine yönelik soruşturmalar, yerel yönetimlerin sürekli denetim altında tutulması, hatta seçilmiş belediye başkanlarının görevden almak gibi süreçler devreye ve devam edebilir. Yani, fiili bir “yargısal kuşatma” hali, kapatma kararının yerini alabilir.
CHP’nin kapatılması şu an için hukuken zayıf, siyaseten riskli, toplumsal olarak yıkıcı bir ihtimaldir. Ama bu tartışmanın kendisi bile, Türkiye’nin demokrasi olgunluğu açısında bir turnusol görevi görmektedir.
Gerçek soru şudur:
Türkiye, yargı eliyle siyaset dizayn etmeye devam mı edecek, yoksa siyasal rekabeti sandıkta mı yürütecek?
Bu tercih, sadece CHP’nin değil, demokrasinin geleceğini de belirleyecek.