Profesör, on yıl önce eşi ile yollarını ayırmış ve şehrin çıkışında ormana doğru açılan bir siteye taşınmıştı. Fakültede çalışırken komşuları onu sadece giriş çıkış saatlerinde görürlerdi ama üç yıl önce emekli olmuş ve insanlarla yakınlık kuramasa da varlığını hissettirmeye başlamıştı. Öfkeli, gergin ve kibirliydi. Site sakinleri ile karşılaştığında selam vermekten dahi kaçınıyor ve mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyordu. Kibri, müdanasızlığı ve kuşkuları onu gittikçe yalnızlaştırıyor ve dört duvar arasına mahkûm ediyordu.

Profesör, vaktin tamamını bağ kurduğu tek canlı türü olan kedisi ve kitapları ile geçiriyordu.  Kitaplarla dostluğu şiddet ve baskılarla geçen çocukluk yıllarında başlamıştı. Oldukça sert bir mizaca sahip olan baba, bir eğitimciydi ve onu diğer iki çocuğuna göre daha yeteneksiz buluyor, yargılıyor, damgalıyor ve darbediyordu. Baba, sesini yükselttiğinde o hemen ortamdan uzaklaşıyor ve kitaplara sığınıyordu. Kendini sevilmeyen, onaylanmayan, istenmeyen bir çocuk olarak görüyor ve babaya öfke kusuyordu.

Üniversiteye devam ederken arkadaşları davranışlarındaki sorunu fark edip destek vermeye çalışmışlardı ancak o her seferinde savunmaya geçiyor ve kendisinin çok zeki olduğunu dolayısıyla seviyesine uygun olmayan kişilerle bir araya gelip vakit geçirmenin anlam taşımadığını ileri sürüp yalnızlığı seçiyordu.

Öğrencilik yıllarında yaşadığı duygusal kopukluğu, akademik kariyerini tamamlarken de sürdürmüş ve aileden ve tüm yakınlarından uzaklaşmıştı. Ona göre şu yaşlı dünyada kendisini anlayabilecek düzeyde insan yoktu ve etrafında çok sayıda diplomalı cahil vardı, bu kişilerle oturup kalkmaktansa yalnızlığı tercih etmek daha doğru olurdu.

Profesör, üniversitede ders vermeye başladığında kendisini yaptığı işe hiç uygun görmedi ama buraya gelinceye kadar çok emek vermişti dolayısıyla sevmese de yapacaktı bu işi. Talebeleri ile hiçbir bağ kuramadı, işine bir gün dahi severek gelmedi, hiç arkadaşı olmadı.

Yalnızdı, çok yalnızdı profesör ama savunma mekanizmaları üretiyor ve kendini olduğundan çok farklı göstermeye çalışıyordu. İki yıl sürdürebildiği ilk evliliğinden Amerika’da yaşayan bir oğlu vardı ancak kendisiyle hiç görüşmek istemiyordu. Profesör, yollarını ayırdığı iki eşinin de kendisine layık olmadıklarını düşünüyor ve geçmişe dair pek konuşmak istemiyordu.

Zengin bir kütüphanesi vardı profesörün. Hiçbir insanı, hiçbir şeyi kitaplar kadar sevmemişti hayatında ve çalışma masasına büyük harflerle “BENİ KİTAPLARLA GÖMÜN” yazmıştı. İnsanlardan kitaplara kaçmıştı ve itina ile koruduğu eserlerin, arkadaşın, dostun yerini tutabileceğini düşünüyordu.  Zamanı kitaplara göre kurmuştu profesör… Günün her vaktinde farklı bir kitaba açılıyor ve satırlar arasında kaybolup gidiyordu. Sabahları kalktığında hikâye ya da şiir okurdu, öğleye doğru alanı ile ilgili kitaplara eğilirdi, akşam vakti ise gündeme dair haberleri tarar ve notlar alırdı. Kitaplar olmadan hayatta kalamayacağına inanırdı… Yemek masasında, oturma odasında, balkonda sayfaları aşınmış kitaplar bulunurdu ve kendini iyi hissettiği vakitlerde kitapları tek tek toplayıp kütüphaneye yerleştirirdi. “İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım” demişti Cemil Meriç ama hayattan, dostlarından, insandan kopmamış yakınları ile bağlarını güçlü tutmaya özen göstermişti.

Çocukluk döneminde yaşadığı travmalarla başa çıkamayan profesör acıyla yüzleşmeyi zayıflık olarak görmüş ve kendisini cam bir fanusa kapatmıştı. Babaya olan öfkesini tüm insanlara karşı sergiliyor ve yalnızlığı seçerek kendini cezalandırıyordu. Komşuları ile zaruri durumlar dışında hiç muhatap olmamış onların cahil ve beceriksiz olduğuna inanmıştı.

Her kitap bir insan, her insan bir kitaptı ve bilgiyi mahkûm etmek büyük bir tehlikeydi. Düşünsenize emek verilmiş, damıtılmış ve cevhere dönüşmüş binlerce bilgiyi alıyorsunuz ve kendi makus kaderinize ortak edip kimseyle paylaşmıyorsunuz. Hapsedilmiş bilginin kime ne faydası olabilir ki? Profesör kasavet kokan evine sadece kendisini değil kitapları da mahkûm etmişti ve yazdığı vasiyeti ile bu mahkûmiyeti sürdürmeye karar vermişti.