Suç bireyseldir, amenna! Fakat sûret-i haktan görünerek
insanları kandırmanın / yanlış bilgilendirmenin hiç mi sorumluluğu yoktur
Bugün birçok kişi “dünyalık” uğruna “dost mikroplar”ın yaptığı gibi “dost
sinyalleri” vererek insanların beyinlerine girmektedir. Artık “konuşan” değil,
konuştuğu zaman ağzından çıkan “sözün vebali”ni düşünen hoca arıyorum. Hocalar
gerçek anlamda “hocalık” yapamayınca, ortalığı “yaşam koçları” doldurmaya
başladı. Evet, tabiat boşluk kabul etmiyor!
Hayatın tabii akordunu bozanlar, toplumun önüne çıkıp
topluma “format” attıkları zehabına kapılanlar, şeytanın ve nefislerinin esiri
kimselerdir. Bunlar hesap-kitap bilmemenin yanında, boş boğazlık etmeyi
bilgilendirme sanıyorlar. Bunların örneklerine “her yerde” rastlamak mümkündür.
Bunların bir görünen türleri var, bir de görünmeyen...
Görünmeyenler, dar bir çevrede etraflarına topladıkları
gençleri / insanları kandırmakla meşguller! Bunlar kendilerini öylesine yetkin
görüyorlar ki din adına, diyanet adına, felsefe adına, tasavvuf adına, hatta
“sevgi” adına ahkâm kesiyorlar. Bilindiği ve görüldüğü üzere son yıllarda
“sevgi tüccarları” türedi. Sevgi alıp satıyorlar.
Bunlar eskinin mahalle kabadayıları gibi yağıp gürlüyorlar.
Birtakım bilgi kırıntılarını hatta “şeytanî bilgileri” orijinal şeylermiş gibi
allayıp pullayarak kendilerinin “ulu kişi / bilge kişi” olduklarını sanıyorlar.
Bazen cezbeye kapılıp öyle bir noktaya geliyorlar ki astıkları astık kestikleri
kestik oluveriyor! Onlara göre herkes cahil, kendileri her şeyi bilen “ermiş /
derin kişiler”dir.
Bir de görünenler veya “görünür” olmayı nefislerinin gıdası
haline getirerek zevklenenler var! Televizyon ekranlarında bunların afra
tafralarından geçilmiyor. Ne söylediklerini kulakları duyuyor, ne de
söylediklerini teraziye koyup ederinin kaç para ettiğini veya edeceğini
sorguluyorlar. “Ne verirsen yerler!” edepsizliği ile “laf” söylüyorlar.
Toplumun önüne çıkmak, insanlara söz söylemek ve
bilgilendirmek vebali olan hususlardır. Doğruluğu test edilmemiş birtakım bilgi
kırıntılarının “doğru bilgi” imiş gibi söylenmesi birçok “kul hakkı”nı
beraberinde getirmektedir.
HHH
Gelelim eğitim konusuna! Eğitimin temel amacı, dünya ve
âhiret hayatında insanı mutlu kılmaktır. Eğitim, kişiye beceri kazandırmak ya
da meslek ve makam sahibi yapmanın ötesinde, insanı cehaletten kurtarıp, hayatı
anlamlandıran, aklını kullanan, nefsini kontrol altında tutabilen; ilmiyle
âmil, çevresiyle iletişim kurabilen “erdemli insan yetiştirme sanatı”dır.
Eğitimin daha ilk merhalesinde, çocuklara okuma yazma ve iyi
bir dil eğitiminin verilmesi gerekir. Bunun yanında mutlaka matematik
öğretilmesi şarttır. Günlük hayatın her safhasında çok sık ihtiyaç duyulan
matematik, zihni açtığı gibi zihin jimnastiği yapmayı kolaylaştırır. Aslında
“dil ve matematik” eğitimin temelini oluşturur. Tarihsel sürece bakıldığında,
dil ve matematiğin önemsendiği ve başat gittiği devirler altın çağları
doğurmuştur.
Eğitim her şeyden önce, öğrenci ile hoca arasında saygı,
bağlılık ve sadakat bağlarının kurulduğu bir “sosyalleşme” vasıtasıdır. İlim,
öğrenci ile hoca arasında süreklilik kazanan bir ağ ve bağ oluşturur. Geçmişte
böyle bir uygulamanın neticesi olarak öğrenci, hocasının kızıyla evlenir ve
böylece akrabalık bağı da kurulurdu.
Bu durum, hocanın, öğrencisini kendi evlâdı gibi görüp
yetiştirdiğinin bir göstergesiydi. Eğitimin en önemli ayağını, âdâb-ı muâşeret,
meslek ahlâkı ve sosyalleşme oluşturur. Bu hâl, toplumun merkezinde yer alan
“örnek bir sosyal çevre”nin oluşmasına sebep olur.
Söz konusu ilişkiler şehir hayatında gerçekleştiği için ulemâ
her şeyden önce şehirlidir. Âlimin alâmet-i fârikası “şehirli” olmaktır.
Elbette kırsal kesimde ilim faaliyeti gösterenler de vardır. Şehirli âlimlerin
bir vazifesi de, kırsal kökene sahip âlimin şehirlileşmesini temin etmek gibi
önemli bir sosyal hareketliliğe de öncülük etmektir.
Bilimsel nosyonunu ve sosyalleşme sürecini tamamlamış kişi,
ilim dünyasına katılma hakkına sahip olur. Kişiye para pul, soy sop değil,
“ilim” itibar kazandırır. Çünkü rütbelerin en yükseği ilim rütbesidir.
İlim, aynı zamanda hesap kitap işidir. Âlim de hesap ve
kitabı bilen kişidir. Âlime, neyi ne zaman yapması veya söylemesi gerektiğini
ilim öğretir. Buna “ilm-i siyâset” dendiği gibi “ilmin siyaseti” de denir. Âlim
tam bir sorumluluk ve vebal altındadır. Sorumluluğunu bilirken, yaptığının ne
gibi uzantıları olabileceğini de hesap etmek durumundadır.
Böyle bir sorumluluk ve yükümlülük çerçevesinde, geçmişte ve
günümüzde hocalar / âlimler önemli fonksiyonlar icra etmişler ve etmektedirler.
İlmin âlime yüklediği sorumluluk bilinciyle “şehirli toplumu” yönlendirmekte ve
yoğurmaktadır. “Zamana uyacağım” diye “yaşam koçluğu”na soyunan hocalara ne
demeli Allah ıslah etsin onları!