Bir milletvekilinin bir milyon iki yüz bin liralık (eski para ile bir trilyon iki yüz milyar lira) telefon faturası gündeme oturmuştu. Sonradan ortaya çıktı ki, o vekil gibi daha pek çok isim var. Ülkemizdeki nüfusun kahir ekseriyeti 20 liralık kontürü nasıl yükleyeceğini düşünürken, ya da 30 liralık telefon faturasını güçlükle öderken, bu milletin vekillerinin bu tasarrufları düşündürücüdür. 

Sadece milletvekilleri değil, bu milletin umumunun malı olan hazineden harcama yapan her sayın ilgili kırk defa düşünmeli, öyle harcama yapmalıdır. Evet, bizim ülkemizin çok imkânları var, ancak türlü sebeplerle bu imkânları kullanamıyoruz. (Bu konuyu “Hür müyüz, esir miyiz?” başlıklı yazımızda bir nebze işlediğimizden tekrar o konuyu açmayacağım.) Dolayısıyla yük bu gariban milletin sırtına biniyor. Millet tükettiği akaryakıtın neredeyse yüzde 80’ini vergi olarak ödüyor. Bir esnaf belki on iki çeşit vergi ödüyor. Bu vergiler ve vatandaştan temin edilen diğer gelirlerin neredeyse tamamı, alınan borçların faizine gidiyor. Ortada böyle fasit bir daire varken, 1.200.000 TL’lik fatura elbette milletin gözüne gelir. 

Vekilin bu telefon faturasını görünce, Halife Hz. Ömer’in (R.A.) yaptıkları aklıma geldi. Halife, yani koskoca devlet başkanı… Kendisine rahatça geçineceği kadar maaş verilmesi teklif edildiğinde bunu kabul etmemiş, mütevazı bir maaşla yetinmişti. Bir defasında akşamleyin bir dostu ziyaretine gelmişti. Henüz evine gitmemiş, resmî makamında çalışmaktaydı. Dostu ile sohbet etmemişti. Bir müddet sonra işini bitirince yanan mumu söndürmüş, sonra başka bir mum yakmış ve dostu ile sohbete başlamış ve daha önceden de şu açıklamayı yapmıştı: “Önceki mum, devletin mumu idi. O mum yanarken seninle sohbet etsem olmazdı. Onun için işimi bitirmeyi bekledim, işim bitince kendi paramla aldığım mumu yaktım. Buyurun şimdi sohbet edebiliriz.”

İşte devlete ait bir mumun israf edilmesine gönlü razı olmayan Hz. Ömer, böyle mütevazı bir devlet başkanı idi. Kudüs fethedildikten sonra bu şehri ziyarete ve İslâm ordusunu teftişe gitmişti. Kölesi ile birlikte yola çıkmıştı. Yanlarında bir deve vardı ve bu deveye nöbetleşe biniyorlardı. Kudüs’e yaklaştıklarında deveye binme sırası kölesine gelmişti. Kölenin ısrarına rağmen, Hz. Ömer razı olmadı ve kölesi devenin üzerinde, kendisi yaya vaziyette şehre girdiler. 

Bir hususa açıklık getirelim: Bütün bu tevazu tabloları yokluktan kaynaklanmıyordu. Bilakis devlet çok zengindi. Hz. Ömer (R.A.) zamanında 750 büyük şehir fethedilmişti. Elde edilen ganimetlerden, alınan cizye ve haraçlardan dolayı hazine ağzına kadar dolmuştu. (Bu cizye ve haraç konusuna da kısaca açıklık getirelim: İslam devletinde Müslüman tebaadan vergi alınmaz. Gayr-i Müslimler İslam devleti dâhilinde yaşıyorlarsa onlardan vergi diye cizye alınır. Bunun haricinde onlardan başka bir vergi talep edilmez. Onlar da İslam devleti sınırları dâhilinde can, mal ve namus emniyeti içerisinde yaşarlar. İslâm devletinin hâkimiyeti altına girmemiş, ancak İslâm devleti ile anlaşma yapmış devletlerden de haraç alınır. Alınan bu haraca mukabil, onlar da emniyet içerisinde yaşarlar. O anlaşma yapılan devlete başka bir devlet saldıracak olursa, İslâm devleti bunu kendisine yapılmış bir saldırı kabul eder ve o saldırgan devletle savaşır.) Hz. Ömer devrinde, hazinede parayı koyacak yer kalmayınca, Hz. Ömer, bu kadar parayı ne yapacaklarını danışmanlarına sorar. Onlar da, her vatandaşı maaşa bağlamayı teklif ederler. Hz. Ömer de öyle yapar, hazineden her vatandaşa aylık maaş bağlar. Annelere süt parası vermek zaten bir gelenektir. Yani anneler devletten maaşlarını alırlar, buna mukabil evlerinde oturur, çocuklarına bakarlar. Sözün özü, Hz. Ömer, devlet hazinesinde para olmadığı için bir mumu bu şekilde tasarruflu kullanıyor değildi. İsraf haram olduğu için, devlet malında tüyü bitmedik yetimin hakkı olduğu için öyle yapıyordu.