Geçtiğimiz hafta, mobilize bir toplum haline gelmenin getirdiği yeni sosyolojiye dikkat çekerek, izin-tatil dönemlerinde milyonlarca vatandaşımızın memleketlerinde büyüklerini, ata topraklarını, akrabalarını ziyaret etmelerini kimlik mücadelesine bakan yönüyle ele almıştık.
Bu konunun özellikle yurtdışında yaşayan milyonlarca vatandaşımızın Türkiye’de olduğu zaman dilimlerinde biraz daha detaylandırılmasında yarar bulunmaktadır. Zira binlerce kilometre mesafe ve bunun getirdiği maddi-manevi zorluklar göze alınarak gerçekleştirilen seyahatler ile ülke içinde yaşanan izin hareketliliği birbirinden ayrı ele alınmayı hak edecek niteliktedir.
Malum olduğu üzere 1961 yılında başlayan işgücü göçünün ardından bugün büyük çoğunluğu Batı Avrupa’da olmak üzere 6 milyonun üzerinde vatandaşımız yurtdışında yaşamaktadır.
Aradan geçen yaklaşık 65 yılın ardından özellikle Avrupa’da Türkiye kökenliler arasında kuşak farklılıklarının oluşması beklenen bir durumdur.
Birinci nesil göçmenler ile dördüncü nesil göçmenlerin ana vatana aidiyetlerinin, yaşanılan ülkeye entegrasyonlarının, hayattan beklentilerinin, umutlarının, korkularının, hayallerinin farklılaşmasını besleyecek çok sayıda sosyo-ekonomik, politik, kültürel, psikolojik faktör öne çıkmaktadır.
Çoğunlukla misafir işçi olarak kısa süreliğine ekonomik güdüyle göç kararı alan birinci nesil göçmenler açısından izin dönemi 11 ay boyunca hazırlanılan ve nihayetinde hediye dolu bavullarla yola çıkılan bir seremoniyi ifade ediyordu.
Bu seyahat yalnızca özlemin giderildiği bir ziyaret anlamı taşımıyor, aynı zamanda yolu gözlenen gurbetçi açısından özgüven yüklemesine de vesile oluyordu.
Dil bariyerinin hayatı zorlaştırdığı gurbet elde, kültürel şok haliyle çoğunlukla kapalı devre yaşamaya yönelen, entegre olmaması için gettoda yaşama zorlanan, misafir olduğu ve bir gün muhakkak ana vatana gitmesi gerektiği bir şekilde devamlı kendisine hatırlatıldığı için özgüven kaybı yaşayan gurbetçi açısından izin dönemindeki bu özgüven yüklemesi esaslı bir psikolojik terapi anlamı taşıyordu.
1970’lerin ortasından itibaren başlayan aile birleşmeleri sürecin tedricen dönüşümünü beraberinde getirdi. Bu dönüşüm, misafirlikten kalıcılığa doğru değişimi içeriyordu. Ancak bu dönüşümün pratiğe aktarılmasında ülkelerin eğitimde, ticarette, siyasette, çalışma hayatında farklı politikaları ortaya çıkmaya başladı.
Kimisi çokkültürlülük çerçevesinde politikalar geliştirerek entegrasyonu teşvik ederken, kimisi de dışlayıcı bir yaklaşımla paralel toplum oluşturma yoluna gitti.
Bu dönemlerde sivil toplum kuruluşları yoğun faaliyetlere yönelirken diğer yandan da nesiller çoğalmaya, beklentiler ve hedefler değişmeye devam etti. İlk dönem gurbetçi çocukları için hayal olarak görülen nitelikli liseler (gymnasium) artık çok sayıda gencimizin okuduğu kurumlar olmaya başlarken işçilerimiz işveren olmaya, siyasi partilerde görev almaya, mülkler satın almaya yöneldi.
Her ne kadar halen kendileri gurbetçi olarak anılsa da iyiden iyiye kalıcı hale gelmeye, dolayısıyla yaşadıkları ülkelere iktisadi, siyasi, sosyal sahalarda kök salmaya başladılar. Bugün artık Avrupa’nın birçok noktasında Müslüman mezarlıklarının varlığı dahi bu kök salmanın mahiyetini anlamak bakımından anlamlı bir alamet haline geldi.
Nesillerin sahip olduğu şartlar arasındaki bu değişim, izin-tatil dönemlerinin içeriğini de etkilemeye başladı. Birinci hatta ikinci nesiller için Türkiye’ye seyahat adeta sıradan bir rutin iken, üçüncü ve dördüncü nesiller için büyük ölçüde geçmişte aile büyüklerinin yaşadığı yerleri tanıma ve hatıraları yâd etme ile sınırlanan nostaljik bir hüviyete doğru evrildi. Birinci nesil için görev ya da ödev olarak görülenler üçüncü-dördüncü nesiller için anlamsız, önemsiz hatta yerine göre yük olarak görülmeye başlandı.
Özellikle aile büyüklerinin vefat etmesiyle birlikte memleketiyle kan bağı zayıflayan birçok gurbetçi için Türkiye, ancak kültürel bağlarla bağlanılacak bir lokasyona dönüştü.
Süreç içerisinde zayıflayan bağların üstüne bir de son yıllarda Türkiye’de hayat pahalılığının artması ve ekonomik krizin derinleşmesi de izin dönemini Türkiye’de geçirme konusunda gurbetçileri oldukça kararsız bir noktaya sürükledi.
Ancak açıklanan resmi veriler, gurbetçilerin halen çok büyük bir kısmının Türkiye’ye gelmeyi tercih ettiğini ortaya koyuyor.
Bu durumda akıllara şu soru takılıyor: Türkiye’ye gelmek yerine Avrupa’da başka bir lokasyonda çok daha ucuza ve daha konforlu bir tatil yapmak varken milyonlarca gurbetçi halen niçin Türkiye’ye gelmeye devam ediyor?
Haftaya bu sorunun cevabıyla devam edelim.