Önce şehrin fotoğrafçıları isyan ettiler, vilayetin yurt dışından fotoğrafçılar davet ettiklerini duyduklarında.

- Bizimle rekabet yapmaları için mi getiriyorsunuz, dediler.

- İtirazınız bizim sanatımıza mı, yoksa resmini çektiklerimizin pozlarına mı, dediler.

- Yıllardır bu şehrin, bu şehrin insanlarının resimlerini çekeriz, lakin görmeyiz ne bir teşekkür, ne bir davet; ne vilayetten, ne de belediyeden, dediler.

- Fotoğrafcı Avrupalı olunca itibarlı oluyor da, TC olunca mı itibarlı olmuyor, dediler.

Fotoğrafcı der, geçeriz. Halbuki geçmemek lazımmış. Çünkü bu şehirliler de geçemediler karşıdan karşıya; fotoğrafçı derneklerinin protesto yürüyüşü bitmeden.

Fotoğrafcılar Derneği, Avrupalı fotoğrafçılara karşı yerli fotoğrafcılar derneği, Valilerin ve Belediye başkanlarının göremediği fotoğrafcılar derneği, Bu şehrin insanlarının fotoğrafını çeken fotoğrafcılar derneği.. Benim uzaktan gözlüksüz okuyabildiğim pankartlar bunlardı. Bu kadar sivil toplumcu olunca bir şehrin fotoğrafcıları, ne zaman ve nasıl fotoğrafcılık yapmaya fırsat buluyorlardı Böyle bir eksiklik vardı da valilik açıklığı gidermek için mi Avrupalardan yüzelli tane fotoğrafcı çağırmak ihtiyacı hissetti. Memurlar kulübünde tartışılan ihtimallerden biri de böyleydi.

Fotoğrafcılara karşı olan şehirlilerin sayısı da az değildi hani. Hemde her geçen saat sayıları artıyordu.

- Bziimkiler original ve sanatsal fotoğraf çekemiyor, diyorlardı.

- Ne fotoğrafları ne de fotoğraf çekerkenki görüntüleri ülke medyasında haber oldu. Bizim de adlarından söz ettirecek fotoğrafçılarımız olması hakkımızdır, diyorlardı.

Fotoğrafcıların konuşmalara konu olması tükenir gibi olduğunda, valiliğin daveti tartışmaya açılıyordu.

Birinci grup münazaracılar vali beyin kendini Avrupa’da tanıtmak için özellikle fotoğrafçı davet ettiği iddiasındalardı. Çünkü diyorlardı, fotoğrafçılar arada bir poz da vali için harcayacaklardı.

İkinci grup ise Avrupa’da işsizliğin özellikle fotoğracılar arasında yaygın olmasını bu davetin başlıca sebebi sayıyorlardı.

Bu arada herkes Avrupalı fotoğrafçılar geldiğinde karşılaşma ihtimalleri yüksek olduğundan kendince hazırlıklar da yapmıyor değildi. Ayakkabılarını boyatmak, saçlarını taralı tutmak gibi.. Yüzelli fotoğrafcıdan söz ediliyordu. Bu şehrin caddeleri, sokakları ve insan sayısı belli. Orta halli bir vilayetti işte. Kişi başına düşen fotoğrafcı sayısını hesabetmek günlerini de görmüşlerdi şimdilerde.

Şehir derseniz pırıl pırıl. Her yer bir daha olamayacağı kadar süpürülmüş. Hatta en yaşlılardan bir şehirlinin bu süpürmeleri görünce, pazar yerinde, eski Türk dizilerinden kalan bir repliği söylediğine herkes şahittir.

“Sanki Beyaz Tren’le gelen İsmet Paşa’yı karşılayacaklar!”

“İki kubbeli Medrese” diye anılan Selçuklu kalıntılarının içindeki “café”cinin, kubbelerin üstüne monte ettiği “Cola” reklamlarını yıkatması ve yanıp söner şekilde ışıklandırması ise neredeyse görenlerin gözlerini yaşartacaktı. Avrupalı fotoğrafcılara bundan iyi jest olur mu Gelsinler de görsünler, “Cola”larına ne kadar önem verdiğimizi.

Geldiler ve gördüler. Onlara tahsis edilen ve şehrin yegane üç yıldızı olan otelinden ellerinde fotoğraf makinaları ile çıktıklarında, karşılarında onlarca insan yürüyordu. Hergün oradan öylesine geçmek hep yaptıkları imiş gibi yürüyorlardı. Adımlar düzgün, başlar dik. Ellerindeki son model cep telefonlarını, durup tokatlar gibi yapıyordu bazıları da… Teknolojiyi biz de yakından takip ediyoruz. Twitter hesabı, Facebook hesabı.. Belgeleyecekseniz biz hazırız hesabı..

Vakit öğleye geldiğinde herkeste bir mırıltı: Bu Avrupalı fotoğrafçıların makinalarındaki filmler çok mu pahalı O kadar karşılaştık tesadüfen, insan bir düğmeye dokunur, değil mi Neyimizi beğenmiyorsun ki.

Sonra muhasebesini yaptılar yüzelli fotoğraf makinalı adamın. Birkaç poz pazarın içindeki köylü kadınlar için harcamışlar. Birkaç poz da çarşının koca koca çöp tenekelerinin dayandığı Bizans’tan kalan  kemerli yıkıntıdan almışlar. Arada bir topluca gözlerine kadar kaldırmaları makinalarını, herhalde gösterişleridir. Bazılarına göreyse açılışına başbakanın geleceği AVM’ye bakıyordular.

O gün öyle geçmişti. Ertesi gün ünlerini ancak farkettiler. Yüzelli Avrupalı fotoğrafcının nelerini çekip, gazetelere düşürdüklerinde. Gazete bayisinin hep iade ettiği o gazeteyi elleriyle tutmayı da öğrenmişlerdi böylece.

“Olamaz!” diye bağırmışlardı onlar da, gazetenin “Olamaz!” diye attığı manşeti gördüklerinde. Haber, çarşı kaldırımındaki bir çarşaflı kadının resmini çeken yüzelli gazeteci resmiyle süslenmişti.

Haberi okudular ve suçlu aramaya koyuldular. Şehirlerindeki çarşaflı kadın sayısı sayılacak gibi değildi ama, o bir tane nasıl olmuştu da çarşıya çıkmıştı Gizli görevliler neden yolunu kesmemişlerdi yahu. Sen bugün alışverişini mahalle bakkalından yap. Ya da bir ziyarete gidiyorsan ertele.

Bir İstanbul gazetesi bir şehri olumsuz gösteren bir haber yaptığında, o şehirliler hemen müdafacı pozisyonları almazlar mı Bu şehirde de böyle olmuştu. Önce görev icabı savunmaları yapıldı.

- O çarşaflı kadın, mahsus geçirilmiş o caddeden. Maksat Avrupalının tepkisini ölçmekmiş.

- Hatta çarşafın içindeki, nüfus müdürlüğünde çalışan kızmış. Devlet memuru verilen görevden kaçmaz.

Sonra suçlamalar yakın ve uzak komşu vilayetlere yönelir, içlerindeki gizli polis inancı tatmin etmediğinde.

- Bu onların işi. Camlarından içerisi görünmeyen bir araba ile getirilip bırakılmış çarşıya. Maksat bizim o gazeteye öyle haber olmamızı sağlamak..

- Çarşaflılara da çok haklar verildi ama.. her istedikleri zaman kaldırımlarda yürüyorlar. Hatta belediye araçlarında oturarak gidenler de var. Resmi bir talimat altına alınmazlarsa, Avrupalı fotoğrafcılar davetsiz de gelir şehrimize, resimlerini çeker çeker giderler bunların. Hem o sivil görevliler hep burada duracak değil ya..

Seslendirilen son iddia o şehirdeki muhalif ve muvafıkları, yani iktidarın yanında duranları ve iktidarın karşısında durduğunu sananları birleştiren, bir arada tutan yapıştırıcı madde olmuştu. Bu yapışmada, daha ne yapabilirdim deyip, ellerini iki yana açan vali bey görüntüsünün etkisi de büyüktü. Çünkü valilik tedbirler alırken özel yetiştirilmiş yüzelli polis gelsin İstanbul’dan, diye istek yapılmıştı İçişleri Bakanlığı’na. Onlar geldiler ve sivil olarak görevlerini yaptılar. İstanbul’da Çarşamba’da bakanlığın emriyle çarşaflı kadınları kovalarken resimleri gazeteleri donatmış bu polislerin eksik vazife yaptığı düşünülemeyeceğine gore..

Kimi şehirli de Avrupalı fotoğracıların yanına geçmişti, bu tartışmalar artık sona yaklaştığında.

- Demek ki o çarşaflı kadından başka kıymetimiz yokmuş, bir fotoğraf filmi harcanmasına kıyılacak…

İKTİDARA YAN OLSUN

İşsizlik var, işsizlik sürekli artıyor iddiasındaki, muhalefete bir cevap olsun diye tesbit etti kameramanımız bu görüntüleri..

İnsanımız yeterki çalışmak istesin. Yapacaksın da iş mi yok

Bu ülkenin işadamı dediklerimiz, yollarda da işadamıdır. Ziyafete, ihaleye giderken dahi vatandaşını çalıştırmaktan geri durmuyor.

Gerçi kısa süreli olduğu için SSK’sı olmayabilir çalışanların. Yani işadamıcağız yanında muhasebe servisi taşıyacak değil ya.

İşin o kadar kısmını da hükumet halletsin.

Otobanlarda iş bulan vatandaşlarımızın emniyet şeritlerini kullanması, ki orası kullanılmazsa zaten olmaz, yasak kapsamına girmemektedir. İnsanlar Emniyet şeritlerinden yürüyebilirler, gördüğünüz gibi…

NOT: Yüzde 1’lik partilere yaşama hakkı olmaz diyen hukukcubaşılara sahip iktidarcılar, nasıl yan çıktık ama size Beğendiniz değil mi

GÜZEL GİTMEK

Seçmenlerle yüzyüze görüşme, konuşma provaları yapıyorlarmış CHP’liler. “Selamünaleyküm” diyeceklermiş, herkeslerle karşılaştıklarında.

“Allah’a emanet olun” “Allah’a ısmarladık” diyeceklerini de yazıyor gazeteler, sevindiklerinin hissedildiği haber sütunlarında. Halbuki “Allah’a ısmarladık” demeyi biliyordu CHP’liler. Bu ülkenin insanları da CHP’nin “Allah’a ısmarladık” demesini sevmişlerdi. Konya’da bir miting günü, İsmet paşa konuşacak. İl başkanı, konvoyu karşıladıkları yerden, kürsüye çıktığı ana kadar yalvarır paşa’sına.

“Konuşmanızın arasında birkaç kere Allah deyiniz!”

Paşa konuşmasını bitirip indiğinde meydan alkıştan inlemektedir. Bu alkış hortumunun girdabında ayakları yerden kesilir çoğu CHP’lilerin. Lakin, ünlü gazetelerinin manşetiyle söylersek: İl Başkanı rahatsız.

- Neden Allah demediniz paşa’m Paşa döner, şaşırmış gibi bakar.

- Allah’a ısmarladık, dedim ya kürsüden inerken.

İl başkanı belki anlamadı, belki neden sonra anladı. Hemşehrilerinin, İsmet paşa’nın “Allah’a ısmarladık” diyerek gitmesini sevinme gerekçesi saymalarını…

Sıra sıra sırlar, 28 Şubat’a varırlar

Hemen hemen bütün gazeteler Hayri Kozakçıoğlu’nun ölümünü “sırlarıyla gitti” vezninde yazdıkları haberlerle duyurdular.

Vali ve milletvekilliği yapan birinin götürdükleri ne idiki, “sır” deniyordu Kıyıdan, köşeden birazı biliniyor idiyse, sır mı olur Valilik ve milletvekilliği yapan birisinin hayatı ve o hayatı yaşarken yaptıkları milletin ve devletin (Denetçi kurumlar) gözü önünde değil mi   Her vali “sır” götürürse, geriye kalanlardan neler eksilmiş olacak

Amerikalı kadın sur diplerinde bir cinayete kurban gidiyor, ilanı hazır: Sırlarıyla gitti!

Villasında bir eski vali ölü bulunuyor, izahı hazır: Sırlarıyla gitti!

Sır denilen kimin bilmediğidir.

Valiyi atayan başbakan diyorki: Bu ülkenin hangi sokağında topul karınca var, bilirim.

Vatandaş rahat. Herşeyi bilen bir başbakan var. Valisinin “sır” diye sakladıklarını da bilmek zorunda değil mi Kozakçıoğlu gitmişse, Demirel burada. Çıkıp diyemez mi Benim vali’m hangi sırrı taşımışsa bundan haberim vardır. Binaenaleyh bana soruldu da söylemedim mi Demirel konuşturulmalıdır. Yani konuşmasına müsaade edilmelidir.

YANDAN BENZETME

Kılıçdaroğlu’nun “Esed benzetmesine 1 milyon liralık dava” açtırmış Başbakan Erdoğan, taraftarı gazetelerin birinci sayfalarından verdikleri haberlere göre.

“Esed ile Erdoğan arasında ton farkı var. İkisi de baskıcı.”

Demesini öne çıkarıyorlar; itirazın nereye yapıldığına dikkat çekmek için olsa gerek.

Peki, ya yarın Kılıçdaroğlu başka konuşursa

Mesela şöyle derse: “Erdoğan bu ülkenin Barrack Obama’sıdır.”

Özür dilemiş mi olacak

Görevden alınan Sağlık Bakanı Recep Bey’in bir icraatından yansımalardır bu resim. Yüksek fark ücretli özel hastanelerin kapılarından dönmek durumunda kalanların, Devlet hastanelerine, üniversite hastanelerine, eski SSK’nın hastanelerine döndüklerinde karşılaştıkları durumu anlatmaktadır.

Kişi başına düşen yatak sayısı veya yatak başına düşen kişi sayısı dikkatlerini çeker mi bilmeyiz, ince ayarcı bakanları olan hükumetin.

- Bir gazete haberi

KKKA hastalığı kenelerinin can almaya başladığı günlerde, Sağlık Bakanı bulunan ve sonra görevden alınan Recep Bey demiştiki: Köylü ve çiftçiler pantolon paçalarını çoraplarına soksunlar.

Bu ünlü ilk yardım cümlesinden hareketle, görevden alınan Sağlık Bakanı Recep Bey’e hasretini yazmış bir ünlü gazeteci..

Görevden alınan Sağlık Bakanı Recep Bey’e öyle dediği için alkış yazmak, köylü ve çiftçilere hakaret olmaz mı Onlar o kadar tedbiri alamayacak insanlar olarak mı düşünülüyorlardı

Hem sonra biri kalkar, görevden alınan Sağlık Bakanı Recep Bey’in öyle demesini şöyle açıklarsa, ne diyeceksiniz

- Görevden alınan sağlık Bakanı Recep Bey o sözü, kene ölümlerine karşı Avrupa’nın sattığı, satabileceği aşılar olmamasından dolayı söylemiştir. Kenelere duyarlı ışıklı çubuklar da üretmemişlerdi zira.

BİZİ BÖYLE ÇİZİYORLARDI - 46

 

 

Kutladıkları bir yıldönümü çizgisine bakıp da, laikliğin bırakıp gittiğini sanmayın.

Gördüğü manzaranın ne olduğu malum. Dönüp gitmesi de doğrudur küçük adamcık çizgileriyle tanımlanan laikliğin..

Fakat nereye gitmiştir

Hapisane müdürüne gitmiştir. Darağacı fabrikasına gitmiştir. Mezarcı Mahmut’a gitmiştir.

Sonra yine gelmiştir.

TARİHTE MİZAH

İşin kestirmesi

Abdülhamit zamanında Osmanlı donanması Haliç’e çekilmiş ve orada kaderiyle başbaşa, daha doğrusu çürütülmeğe terkedilmişti. Donanmadaki gemilerin subayları da aynı durumdaydılar. Onları da arayan soran yoktu. Bir ara nasıl olmuşsa olmuş, sahibi arkası bulunan subaylardan bir kısmı birer ikişer derece terfi almışlardı. Ama bu arada unutulanlar da pek çoktu. Bu unutulan subaylardan biri de çarkçı yüzbaşısı Mahmut efendiydi. Mahmut efendi, Abdülaziz’in adamlarından birinin oğluydu. O zaman alaylı olarak bahriyeye girmiş; kalmıştı. Sırasına gore geminin bazan güverte zabiti oluyor, bazan da imamlığını yapıyordu. Kendisiyle birlikte işe başlıyanlardan hemen hepsi miralay, liva, hatta müşirliğe yükselmişler; bu yağma sofrasında en çok o aç kalmıştı. Hal böyleyken bu son terfilerde de yine kendisini arıyan soran çıkmamıştı. Artık iyice umutsuzluğa kapılan Mahmut efendi; bir gün yolunu bulup Bahriye Nazırı’nın huzuruna çıktı:

- Efendimiz, beni emekliye sevkinizi istirham ediyorum. Dedi

- Gerekli sürenizi tamamladınız mı

- Hemen hemen efendimiz.

- Peki o halde; emeklilikten sonra ne yapacaksınız

- Zaten bu hususta da sizden bir istirhamım var paşam; hazır Hamdi Bey müzeleri kuruyor. Beni bu müzenin kapıcılığına tayin ettirir misiniz

- Neden Mahmut Efendi Siz de eski eserlere meraklı mısınız

- Hayır efendimiz, bizzat ben de müzelik oldum da onun için.

- Ne gibi

- Yirmi beş yıla yakındır yüzbaşıyım da ondan. Bahriye Nazırı hem güldü, hem de ona acıdı:

- Gerçekten size haksızlık olmuş; dedi. Sizi, usulen, bir imtihan etsinler de binbaşılığa terfi ettirelim.

Hemen bir imtihan heyeti kuruldu. Mahmut efendiyi salona çağırdılar. Komisyon başkanı onun gönlünü almayı da ihmal etmedi:

- Bu imtihan usulendir Mahmut efendi; yoksa sizin bilginizden ve değerinizden şüphe ettiğimizi zannetmeyin. Dedi ve sorulara geçildi:

- Farzediniz ki bir gemidesiniz efendi. Çarkçıbaşısınız. Açık denizdesiniz, hava fırtınalı. Kazan vidalarından en önemlisi çıkmış yada gevşemiş. Bu durumda ne yaparsınız Yalnız şu noktayı unutmayınız ki hava fırtınalıdır; gemiyi durdurmakta imkansızdır.

Soru aslında ilgililerince çok basit ve kolaydı ama, ne yapmalı ki Mahmut efendiye Aynştayn teorilerinden daha cetin gelmişti. Bir dakika düşündü. Beş dakika on dakika düşündü. “Biraz müsaade buyurun” diyerek yeniden düşünce denizlerine daldı. İmtihan kurulu sabırla bekliyordu. On beş takika, yarım saat, bir saat.. Nafile. Mahmut efendi, utancından kan ter içinde kalmıştı. Nihayet bu pek cetin problem çözmekten ümidini kesti, kurula dönerek:

- Vallahi efendim, ben binbaşı olmaktan vazgeçtim, dedi. Yeter ki şu vida yerinde dursun da ümmeti Muhammed de sağlıkla sahile varsınlar.

e-mail: Serhat Yegenli beyefendi’ye.

Eskileri yazıyoruz, koyuyoruz ama yenileştirerek yapmaya çalışıyoruz bunu. Kitaplarımız inşaallah ramazan’a yetişecek. Şimdilik Pazar günü ile yetineceksiniz efendim. Selam ve dua.

UÇAN FARE

İnternette istif olmuş bilgiler,

Uzanır sonsuza mantık içinde.

Uzat elini tut uçan fareyi;

Bak işte, şimdi zaman tık içinde…

İstediğin dünya ekrana gelir,

Parmak hareketi ile bir tıktan;

Yanılıp da yanlış yere tıklama,

Bakarsın rezalet çıkar yırtıktan…

EKREM ŞAMA