Devlet Bahçeli’nin son İmralı çıkışı, sıradan bir siyasi refleks değildir. Türkiye’nin en ağır, en çok bedel ödenmiş meselesi olan terörün tam ortasında yapılan bu açıklama, kaçınılmaz olarak daha derin bir sorgulamayı beraberinde getiriyor. Çünkü terörle mücadele, ani çıkışlarla yön değiştirilebilecek bir alan değildir; bu millet bunun bedelini defalarca acı biçimde ödemiştir.
Bahçeli, yıllardır İmralı konusunda en sert ifadeleri kullanan, en keskin tutumu savunan bir siyasetçiydi. Bugün aynı kapının bizzat kendisi tarafından aralanması ise toplumda haklı bir soruyu yükseltiyor: Ne değişti?
Bu soruyu sormak kimseye saldırmak değildir. Aksine devlet adına konuşan her siyasetçinin sözünün, duruşunun ve yönelişinin hesabını vermesi gerektiğine dair meşru bir beklentidir. Türkiye, çözüm sürecinin belirsizliklerinin nasıl ağır bedellere dönüştüğünü; hendek kalkışmasıyla şehirlerin nasıl yakılıp yıkıldığını; iyi niyet söylemlerinin nasıl terör örgütü tarafından suistimal edildiğini yaşayarak öğrendi. Böyle acı bir hafızaya sahip bir milletin bugün atılan her adımı sorgulaması son derece doğaldır.
Tam bu aşamada, yıllar önce ortaya çıkmış bazı görüntülerin yeniden dolaşıma sokulması tartışmayı daha da derinleştiriyor. Bir videoda, terörist PKK liderine atfedilen “Benim ilk üyeliğim Ülkü Ocakları’nadır” ifadesi yeniden gündeme taşındı.
Bu görüntülerin doğruluğu tartışmalı olsa da, ortamın sıcaklığı ve samimiyeti dikkat çekicidir: Bir misafir odasını andıran düzen, rahat bir sohbet, gülüşmeler… Bu sahne, geçmişte nasıl temasların yürütülmüş olabileceğine dair istifhamları artırmaktadır.
Toplum haklı olarak soruyor: Eğer geçmişte tablo bu kadar karmaşıksa, bugün yapılan İmralı çıkışının gerçek anlamı nedir? Dün kesin ve pazarlıksız savunulan çizgiyi bugün esneten şey nedir?
Bu sorular sorulurken geçmişte yapılan sert açıklamaların da hafızalardan silinmediğini hatırlamak gerekiyor.
Bir grup toplantısında, “Hiçbir namuslu ve şahsiyet sahibi ülküdaşım PKK’yla, HDP’yle, Türk’e kefen biçmek için fırsat kollayan alçaklarla yan yana gelmez, aynı hizada bulunmaz” denilmişti.
Yıllarca bu sözler ilke olarak sunuldu; keskin, tavizsiz ve pazarlıksız bir duruşun ifadesi olarak kullanıldı.
Bugün ise İmralı’ya yönelik bambaşka bir söylem dile getiriliyor. Dolayısıyla ister istemez şu soru ortaya çıkıyor:
Dün yan yana gelmeyi “akıl tutulması” sayanlar, bugün İmralı kapısını aralamayı hangi gerekçeyle savunmaktadır?
Eğer bugün böyle bir ihtiyaç doğduysa, bu ihtiyaç dün neden yoktu? Yok eğer dün haklı bir çizgi savunuluyorsa, bugün ne değişti?
Bu sorular cevapsız kaldıkça yapılan açıklama siyasi bir manevra olarak görünmeye mahkûmdur. Bu ise meseleyi daha da ağırlaştırır. Çünkü konu, günübirlik siyasetin değil; Türkiye’nin güvenliğinin, milletin huzurunun ve devletin terörle mücadeledeki kararlılığının meselesidir.
Elbette siyasette pozisyon değişiklikleri olabilir. Ancak böyle bir değişim yaşanıyorsa bunun gerekçesi milletle açıkça paylaşılmalıdır. Aksi hâlde ortaya çıkan şey tutarsızlık olur ve tutarsızlık devlete duyulan güveni zedeler.
Bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, açık gerekçeler, ilkesel tutarlılık ve uzun vadeli bir stratejidir. Kapalı kapılar ardında yürütülen süreçler, belirsiz yönelişler ve perde arkası temaslar bu ülkeye defalarca pahalıya mal olmuştur.
Bu yazıda bir hususu ayrıca ifade etmek istiyorum: Geçmişte TBMM’de Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptığım, sadece yurtdışı Türklerle ilgili normal bir görüşme nedeniyle bana “PKK’lı” diyenler oldu. Siyasi tartışmayı iftiraya dönüştüren, insan onuruna kasteden bu düşük seviyeli yaklaşımı sergileyenlere söylüyorum: Hepsini Allah’a havale ediyorum.
Düğünlerde elimi sıktıktan sonra ıslak mendille silenleri…
Masamdan kalkıp yön değiştirenleri…
Elimi sıkmamak için yüzünü çevirenleri…
Ve hatta teravih namazını kılmak için gittiğim, gençliğimi ve emeğimi verdiğim caminin lokaline adım attığım anda, kalabalığın içinde “PKK’lı geldi!” diye bağıranları da Allah’a havale ediyorum.
Onlara söyleyeceğim tek söz şudur: İnsanın kir tuttuğu yer elleri değil, kalbidir.
Ben durduğum yeri hiçbir zaman gizlemedim. Bu milletin, bu devletin, bu vatanın tarafında oldum. Nereden geldiğim, neye inandığım, neyi savunduğum bellidir.
Bir insanı hele ki devletine bağlılığı tartışılmayacak kadar net bir insanı “PKK’lı” diye yaftalamak; ya aklın noksanlığının ya da niyetin kötülüğünün eseridir. Her iki hâlde de sahibine ait bir lekedir.
Benim alnım ak, içim rahattır. Hesabımı Rabbime verir, yoluma bakarım.
Son olarak şunu da hatırlatmak isterim: Tüm siyasi partiler son derece dikkatli ve hazırlıklı olmalıdır; çünkü yarın otorite boşluğu oluşturmak için “Haydi seçime!” diye haykıracak, zamansız ve yersiz bir kargaşa çıkarmaya çalışacak çevreler olacaktır.
Hatta “Verin doğuyu gitsin, yok olmaktansa küçülelim” diye bağıracak olanlar da çıkacaktır. O gün geldiğinde bu hamleye “devlet aklı” diyenler bile ortaya çıkabilir.
Türkiye artık günübirlik taktiklere değil; şeffaflığa, tutarlılığa ve millete hesap veren bir duruşa ihtiyaç duymaktadır. Bahçeli’nin çıkışı elbette tartışılabilir; fakat toplumun sorularına açık cevap verilmeden yapılan her açıklama, ülkeyi yeni bir belirsizliğe sürükler. Oysa bu millet belirsizliği değil, dürüstlük ve netlik beklemektedir. Bu ülke, terör gibi ağır bir konuda gölgeyi değil; açık, net ve ilkesel bir tavrı hak etmektedir.
Türkiye’nin yaşadığı bu karmaşadan çıkışın tek yolu vardır: İlkesi dün de bugün de değişmeyen Milli Görüş çizgisine dönmek. Bu çizginin siyasi temsilcisi olan Saadet Partisi, hem devlet aklını hem de millet vicdanını aynı potada buluşturan yegâne programı ortaya koymaktadır. Bugün gerçek ve sahici çıkış yolu, Saadet Partisi’nin ortaya koyduğu çözüm iradesidir.


