Türkiye’de yıllardır siyasetin merkezinde bir gerçeklik var: Ekonomiyi yönetenler değişiyor ama zihniyetin ana omurgası hiç değişmiyor. Halkın değerleri başka, devletin tercihleri başka istikamette ilerliyor. Bugün Türkiye’yi saran ekonomik sıkışmışlık, iddia bağımlılığı, dijital kumar furyası ve helal–haram hassasiyetinin buharlaşması bir anda ortaya çıkmadı; yıllar önce söylenen bazı cümlelerin, verilen bazı kararların ve benimsenen bazı anlayışların doğal sonucudur. Bir ülkede bir liderin söylediği bazı sözler, sadece o güne değil, geleceğin tüm toplumsal ve ekonomik yapısına damga vurur. Türkiye’nin bugünkü tabloyu yaşamasının arkasında da tam olarak böyle bir zihinsel miras vardır.

1984 tarihli Tercüman Gazetesi’nin 23 Ağustos sayısında Turgut Özal’ın şu sözleri manşete taşınmıştı: “Kumarın artması zenginlik işaretidir. Parası olmayan kumar oynamaz.” Devletin haram olan bir fiili “zenginlik göstergesi” diye meşrulaştırdığı günlerden bugüne geldik; kırk yıl geçti ama değişen pek bir şey olmadı. O gün kumarı “zenginlik” diye yorumlayan zihniyet, bugün devlet eliyle büyütülen iddia, spor toto, at yarışı ve dijital bahis düzeni içinde yeniden hayat buluyor. Bir zamanlar “zenginlik işareti” denen şey, bugün milyonlarca insanın evini barkını kaybettiği, gençlerin borç batağına saplandığı, ailelerin dağıldığı büyük bir yıkıma dönüşmüş durumda.

Özal’ın aynı dönemdeki bir başka ifadesi de hafızalardadır: “Türkiye’de fakir yok.” İşte bu söz, halkın yaşadığı hayat ile siyasetçilerin kurduğu cümleler arasındaki uçurumu göstermesi açısından bugün de anlamını koruyor. Çünkü aradan geçen bunca yıla rağmen hâlâ aynı yaklaşım devam ediyor. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemlerine baktığımızda bu benzerlik çok net görünüyor: “Ekonomi şahlanıyor”, “Türkiye parmakla gösterilen ülke”, “Marketler doluysa kriz yoktur.” Sözlerin kalıbı değişmiş, ama mantık aynı kalmış: Halkın yaşadığı hayat başka, devletin resmi dili bambaşka.

Tayyip Erdoğan’ın sık sık dile getirdiği “Biz Özal’ın devamıyız” sözü de tam bu yüzden çok yerli yerine oturuyor. Çünkü hem Özal’ın hem de Erdoğan’ın siyaset çizgisinde aynı temel özellikler var: Konjonktüre göre değişen pozisyonlar, ABD ve Batı eksenli ekonomi politikalarını zorunlu rota olarak gören bir anlayış, dini ve toplumsal hassasiyetleri ekonomik söylemlerle yumuşatma refleksi ve toplumsal gerçeklik yerine siyasal imajı önceleyen bir yönetim tarzı… Sözlerin sadece sahibi değil, mirasçıları da birbirine benziyor.

Bugün Türkiye’de kumar gelirlerinin devlet bütçesinin önemli bir kalemi hâline gelmiş olması tesadüf değil; 1984’te atılan zihinsel temelin güncellenmiş hâlidir. Modern kumar bataklığı devlet eliyle teşvik edilmekle kalmadı, neredeyse ekonomik politika düzeyine yükseltildi. Dijital bahis platformlarının önü açıldı; “şans oyunları” adı altında milyonlarca genç kolay para vaadiyle bağımlılığa sürüklendi. Artık iddia bayileri mahalle bakkallarından daha yaygın; gençlerin bir kısmı kira parasını, bir kısmı maaşını, bir kısmı da geleceğini kuponlara yatırır hâle geldi.

Devlet eliyle kumarın yaygınlaştırılması zenginliği değil, çürümenin ve yoksulluğun arttığını gösterir. Helal–haram çizgisinin aşındığı, gençlerin şans oyunlarına teslim olduğu, emeğin değil tahminin değer gördüğü bir ülke güçlü değil; sarsılmış bir ülkedir. Bugün yaşanan tam da budur.

Bu tabloya karşılık, Milliyet Gazetesi’nin 1997’deki “Kumara Son Darbe – Kumarhanelere Kilit” manşeti Türkiye’de bambaşka bir siyaset anlayışının mümkün olduğunu gösteriyordu. Milli Görüş lideri merhum Necmettin Erbakan, “Kumardan gelen haram parayı milletime hizmet olarak sunamam” diyerek 5 Haziran 1997 tarihli 4302 sayılı düzenleme ile kumarhaneleri kapattı.

Cumhurbaşkanı Demirel’in vetosuna rağmen Meclis yasayı aynen gönderdi; ardından Anayasa Mahkemesi kapatma kararının anayasaya aykırı olmadığına hükmetti. Bir toplumun değerlerini korumak isteyen bir iradenin, hangi şartlarda olursa olsun harama kapı kapatabileceğini gösteren tarihi bir adımdı bu.

İşte tam bu yüzden bugün yaşadığımız çelişki daha görünür hâle geliyor: Bir tarafta kumarı zenginlik olarak gören, fakirliği inkâr eden, haramı ekonomi için araç hâline getiren bir çizgi; diğer tarafta haramı devlet kapısından içeri sokmamak için kumarhanelere kilit vuran bir anlayış… Aradaki fark sadece iki siyasetçinin farkı değil, iki farklı Türkiye tasavvurunun farkıdır.

Bugün Erdoğan iktidarının politikalarına bakınca, Özal döneminden devralınmış bir reçetenin farklı isimlerle devam ettiğini görmek zor değil. Dış politikada ABD uyumlu çizgi, ekonomide IMF’nin reçetelerine uygun adımlar, toplumsal ahlaka rağmen liberal popülizm ve her krizi “dış güçler” etiketine bağlama alışkanlığı… Bütün bunlar, Özal döneminin güncellenmiş bir sürümü gibidir. “Biz Özal’ın devamıyız” sözü, bir itiraf değilse bile gerçeğin kendisidir.

Sonuç nettir: Modern kumar düzeni, gençleri ve aileleri tüketirken; kumarın devlet eliyle büyütülmesi toplumsal çöküşü hızlandırmaktadır. Devletin görevi kumarı teşvik etmek değil, toplumu korumaktır. Özal’ın 1984’teki sözü ile bugün yaşadığımız gerçeklik yan yana konduğunda, aynı hatanın farklı bir dönemde yeniden sahnelendiği apaçık ortadadır. Konjonktür değişmiş olabilir, ama konjonktürel siyaset hiç değişmemiştir.

Türkiye’nin ihtiyacı kumardan beslenen bir ekonomik model değil; üretimi, emeği ve adaleti merkeze alan bir siyaset anlayışıdır. Bugün yaşanan sorunların kaynağı işte tam da budur: Haramın büyüdüğü yerde bereket olmaz, inkârın olduğu yerde çözüm olmaz, kumarın devlet eliyle normalleştiği yerde toplum ayakta kalamaz.

Bugün Türkiye’nin önünde iki yol var:

Ya Özal’ın 1984’te haramı ‘zenginlik’ diye meşrulaştıran çizgisi sürdürülecek ve toplum giderek daha derin bir bataklığa itilecek;
ya da merhum Erbakan Hocamızın 1997’de ortaya koyduğu gibi, haramı devlet kapısından içeri sokmayan, toplumu koruyan ve ekonomiyi helal temeller üzerine inşa eden bir anlayış yeniden hâkim olacaktır.

Çünkü gerçek şudur: Bir milletin geleceği kupona, şansa, iddiaya bırakılamaz. Gençliğini kumar masasına teslim eden bir ülke kalkınamaz. Devlet eliyle kumarın büyüdüğü yerde adalet çürür, ahlak zedelenir, toplum sarsılır. Bu yüzden mesele sadece bir sözün veya bir dönemin değil; ülkenin geleceğinin hangi istikamete gideceğine dair bir tercihin meselesidir. Türkiye’nin bugün ihtiyacı olan şey; kolay parayı değil, temiz siyaseti; kumarı değil, üretimi; inkârı değil, hakikati esas alan bir duruştur.