Tarihin tozlu sayfaları arasında gezinirken fark ederiz ki, her otoriter yönetim anlayışının arkasında değişmeyen bir takıntı yatar: kontrol… Bu kontrol arzusu yalnızca siyasi yapıları belirlemekle kalmaz; bireyin zihninden toplumsal reflekslere, kültürden bilgiye kadar her şeyi kapsayan geniş bir alana sirayet eder. Diktatörlükler için esas olan halkı sevmek ya da halk adına hareket etmek değil, halkın ne düşündüğünü ne hissettiğini ve neye yöneldiğini sistematik bir biçimde denetim altında tutmaktır.

Antik Roma, bu anlayışın imparatorluk seviyesine ulaşmış ilk örneklerinden biridir. O günkü bilinen dünyaya hükmeden imparatorluk, çalkantılı toplumsal dinamikleri bastırmak için halkına "panem et circenses" – yani – “ekmek ve sirk/eğlence” sundu. Bu zeki/kurnaz (!) strateji ile karın tokluğu ve eğlenceyle meşgul edilen insanlar, “hissettirilmeden” yavaş yavaş sistemin gerçek işleyişini sorgulamaktan uzaklaştırıldı. Ancak bu yöntem yalnızca bir başlangıçtı. Zaman ilerledikçe diktatörlükler yalnızca bedensel ihtiyaçları değil, düşünsel yapıları da şekillendirme arzusuna kapıldılar. Çünkü biliyorlardı ki, zihinsel özgürlük (hür ve doğru düşünce) bir kez yerleşirse, onu denetlemek neredeyse imkânsızdır.

Modern çağın otoriter rejimleri, kontrolü yalnızca sopa ve havuç politikasıyla değil; bilgi akışını manipüle ederek, eğitim sistemini tahrip ederek, kültürel üretimi sansürleyerek ve bireyin eleştirel düşünce kapasitesini köreltici politikalar geliştirerek sürdürüyor. Bu yapılar, doğru bilgiye erişimi dolaylı yasaklarla sınırlandırır; kitaplar yasaklanmaz belki ama ulaşılması güçleştirilir. Akademi, bağımsız düşüncenin değil, rejimin dogmalarının yeniden üretildiği bir alana dönüştürülür, “sahte diplomalı öğretmenler (!)” kademeye sokulur. Basın, halkın sesi olmaktan çıkar, iktidarın sesi olur. Ve tüm bu mekanizmalar bir araya geldiğinde, toplum yavaşça gerçeklikten koparılır.

Bu denetimin bir diğer boyutu ise yoksullaştırma stratejisidir. Bireyin günlük yaşamını sürdürebilmesi için sisteme bağımlı hale gelmesi, onu düşünsel anlamda da zayıflatır. Çünkü bir insan açken, ilk düşündüğü şey özgürlük değil, hayatta kalmaktır. Bu durum da diktatörlüklerin işine gelir. Düşünmeyen, sorgulamayan, yalnızca hayatta kalmaya odaklı bir kitle, iktidar için "en verimli zemini" sunar.

Uzun uzadıya örnekleri çoğaltıp okuyucuyu sıkmak istemediğimden daha fazla tarihten örnek sunmaya gerek duymuyorum, lakin şu unutulmamalıdır ki; bu tür bir yönetim anlayışı ve onun beraberinde getirdiği bütün bu veya buna benzer uygulamalar tarihte yeni değildir. İnsanlık tarihi boyunca farklı coğrafyalarda, farklı uygarlıklarda, farklı devletlerde, farklı isimlerle sahneye konulan bu otoriter yapılar hep benzer yöntemlerle halkı kontrol altında tutmuş, tutmayı başarmıştır. Totaliter zihniyetin temel doğası her zaman aynıdır; biçimi değişir, araçları modernleşir, ama özü hep sabit kalır.

İşte tam da bu yüzden, bu tür yönetim biçimlerini “geçici bir sapma” olarak değil, insanlık tarihinin yinelenen bir “karanlık döngüsü” olarak okumak gerekir. Ve bu döngüyü kırmanın tek yolu, eleştirel düşünceyi korumak, doğru bilgiye ulaşmayı bir hak olarak görmek ve her koşulda hak, hakikat ve insan fıtratına yaraşır bir özgürlükten yana taraf olmaktır. Çünkü diktatörlüklerin en çok korktuğu şey, özgür düşüncedir; onun önünü kesmek için geliştirdikleri her taktik, bu korkunun bir tezahürüdür.