Fiziksel körlük, ışığın retinaya ulaşamamasıdır; bir yetinin kaybıdır, karanlıkta yön bulma çabasıdır ve çoğu zaman saygı duyulası bir mücadeledir. Ancak insanlığın mustarip olduğu asıl veba bu değildir. Asıl felaket, optik sinirlerin sapasağlam çalıştığı, göz merceğinin pırıl pırıl olduğu ama zihnin kepenklerini sımsıkı kapattığı o “iradî karanlık” halidir.
Körlüğün en tehlikeli biçimi, ışığı görüp de kafasını çevirmek, hakikatin varlığını reddetmek için göz kapaklarını birer kalkan gibi kullanmaktır. Çünkü görmek, sadece optik bir veri girişi değil, beraberinde ağır bir “etik yükümlülük” getiren sorumluluk alma eylemidir. Gözler bir kez hakikate değdiğinde, zihin o görüntüyü bir “şahitlik” dosyası olarak açar; bu noktadan sonra tarafsız kalmak artık imkânsızdır.
Görmeyi reddetmek, aslında konfor alanını koruma güdüsüyle yapılan bilinçli bir firardır. Eğer insan karşıdaki acıyı, eşitsizliği veya zulmü gerçekten görürse, artık kendi huzurlu uykusuna geri dönemez. Görmek, vicdanın uyanması; vicdanın uyanması ise eyleme geçme zorunluluğudur. Bu yüzden modern insan, tanık olduğu trajedilerin üzerine zihninde hayali perdeler çeker. Kafasını çevirdiği her an, aslında o suçun sessiz bir ortağına dönüşür. Zira gerçek trajedi, ışığın yokluğu değil, elinde feneri olanların karanlığı tercih etmesidir. Bu iradi körlük, bireyi belki anlık bir huzurda tutar ama toplumu derin, tedavisi imkânsız bir çürümeye mahkûm eder.
- SES GEÇİRMEYEN FANUSLAR!
Modern insan, kendine şeffaf ama ses geçirmeyen fanuslar inşa etti. Bu çağın trajedisi, kalabalıklar içinde inşa ettiği o görünmez ama aşılması imkânsız izolasyonda gizlidir. Bu asrın insanı, şehrin gürültüsünü/dertlerini dışarıda bırakan, dışarıdaki acının feryadını içeri sızdırmayan şeffaf ama ses geçirmeyen fanuslar içinde yaşar. Bu fanus, ona hem yalanlarlar süslenmiş dünyayı izleme konforunu sunar hem de o dünyanın gerçek dertlerine karşı korunaklı (!) bir alan sağlar.
Şehrin en işlek, vitrinlerin parıltısıyla göz kamaştıran caddesinde yürürken, kaldırımın kıyısına iliştirilmiş bir gölge gibi duran evsizin yanından geçer. Gözleri o bedene değer, optik sinirler beynine bu görüntüyü ulaştırır; ancak zihin bu veriyi işlerken tuhaf bir filtreleme yapar. Modern insan için o evsiz, bir hikâyesi olan, nefes alan bir birey değildir artık. O, şehrin mükemmel tasarlanmış peyzajında bir hata, sokağın estetiğini bozan bir leke ya da dikkat gerektirmeyen bir “arka plan nesnesi”dir.
Zira o bedeni gerçekten “görmek”, yani onun varlığını “insanca” hissetmek, beraberinde ağır bir yük getirir. Eğer bakarsa, o kirli battaniyenin altındaki titremenin soğuğunu kendi teninde duyumsayacak, o boş bakışlardaki açlığın sorusuna muhatap olacaktır. En nihayetinde, zihninin en kuytu köşelerinden o ürkütücü soru yükselecektir: “Benim bu adaletsiz düzenin inşasındaki payım ne?”
Bu soru, modern insanın konforlu hayatının pamuklara sarılmış gerçekliğine batırılan bir iğne gibidir. Huzurunu kaçıran, vicdanının o derin uykusunu bölen bir sızıdır. İşte bu sızının neden olduğu ontolojik (varoluşsal) sarsıntıdan kaçınmak için, görmeyi değil, görmezlikten gelmeyi; hissetmeyi değil, yabancılaşmayı/ötekileştirmeyi seçer. Kendi şeffaf hapishanesinin içinden, dışarıdaki gerçekliği bir sessiz film gibi izlemeye razı olur; çünkü anlamak ve hissetmek, sorumluluk almayı/ eyleme geçmeyi; görmek ve farkında olmak ise değişmeyi/değiştirmeyi gerektirir.
- VİCDANI "SESSİZE ALMA" TUŞU!
Toplumsal dokunun lif lif çözüldüğü o karanlık noktalardan biride tam burasıdır: Kayıtsızlık algısı…
Dijital penreler, dünyayı bize yaklaştırıyormuş gibi görünse de aslında aramıza aşılmaz bir yapay duvar örer. Savaşlar, kıtlıklar, yolsuzluklar veya çevre felaketleri... Bunlar ekranlarımızda daha sonra unutulmak üzere birer “haber bandı” olarak akar.
Enkaz altından uzanan bir elin görüntüsü, akşam yemeği ile bir sonraki dizi reklamı arasındaki o kısa boşluğa sığdırılır. Acı, dijitalleştiği anda gerçekliğini yitirir ve bir “içerik” haline dönüşür. İşte yaşadığımı çağın modern insana sunduğu en büyük ve en tehlikeli konfor buradadır: Vicdanı “sessize alma” (mute) tuşu…
Jose Saramago, o meşhur Körlük romanında şöyle der:
“Bakabiliyorsan, gör. Görebiliyorsan, fark et.”
Fark etmek, pasif bir eylem değil, bir yüzleşmedir. Ancak çoğu insan fark etmemek için yoğun bir direnç sergiliyor ne yazık ki… Komşusunun gördüğü şiddeti duyup da televizyonun sesini açanlar, adaletsizliğe şahit olup “başım belaya girmesin” diye yolunu değiştirenler (daha fazla örnek isteyenler etrafına bakabilir)... Bu insanlar kör değildir; bunlar, kötülüğün en sadık işbirlikçileridir. Çünkü kötülük, sanıldığı gibi her zaman büyük bir nefretle ya da canice bir cesaretle beslenmez, çoğu zaman ona şahit olup da görmezden gelenlerin sessizliğinden güç alır. Bir başka deyişle; kötülük, eyleme geçme cesaretini, eyleme geçme iradesini gösteremeyen iyilerin yokluğundan alır.
- CAMDAN KALEDE “SAHTE HUZUR” ARAYIŞI!
Görmek istememek, gerçeğin kendisini değiştirme kudretine sahip değildir; bu eylem yalnızca felaketin kaçınılmaz olarak bize ulaşacağı anı ertelemenin, daha doğrusu onu hazırlıksız karşılama anını kesinleştirmenin pasif bir yoludur.
İklim krizini görmezden gelmek doğayı yaşanılabilir bir yer yapmaz. Ahlaksızlığı normalleştirmek toplumda ahlaklı bireylerin sayılarını artırmaz. Yoksulluğu görmezden gelmek suç oranlarını düşürmez. Fıtrat dışı yasak ilişkilerin yollarını kolaylaştırmak, sağlıklı aile yapılarını inşa etmez. Aile kurumunu ifsat eden politikalar üretmek, güçlü bir toplum oluşturmaz. Bir ülkedeki yaygın yolsuzluk vakalarına “herkes yapıyor” diyerek gözleri kapatmak, yönetenleri dürüst yapmaz. Allah’ın emir ve yasaklarını görmezden gelmek, bizlere bu hayatta daha insanca bir yaşam sunmaz, aksine daha da insanlıktan uzaklaştırır. Özetle biz insanları ortaya çıkardığı çözülmeyi bekleyen bütün sorunlar karşısında biz kafamızı kuma gömdüğümüzde, dışarıdaki fırtına dinmez; sadece fırtına bizi yuttuğunda hazırlıksız yakalanmış oluruz hepsi o kadar…
Bugün toplumlar, gerçeği bilmek ile huzurlu (!) hissetmek arasında bir seçim yapıyor ve ne yazık ki huzuru (!) seçiyor. Ancak yalanlar üzerine kurulu bir huzur, camdan bir kule gibidir; tek bir ufak taşla tuzla buz olmaya mahkûmdur.
- GÖZLERİNİ AÇMAYA CESARETİN VAR MI?
Görmek, bir eylem, bir duruş; doğrudan “cesaretin” kendisidir. Görmemezlikten gelmek ise, kolaycılığın, konfor bağımlılığının yol açtığı bir “esaret” halidir.
Görmek, büyük bir risk alarak “Kral çıplak!” diye haykırabilme cüretidir; tüm toplumsal konsensüse rağmen hakikati dile getirme sorumluluğudur. Görmemezlikten gelmek ise, o çıplaklığı bile bile “Çok yaşa kralım” yalanından öteye gidememe, sistemin kurguladığı yanılsamada eriyip gitme yüreksizliğidir.
Görmek, başkasının acısını kendi kalbinde bir yara gibi hissetmektir. O acının yansımasını kendi huzur aynanda görerek rahatını iyileştirmek için bile-isteye bozmaktır.
En tehlikeli körlük, biyolojik olan değil, vicdanın kataraktıdır; ışık içeri sızsa bile zihnin bunu çarpıtarak işlediği ahlaki bulanıklıktır.
Gözlerimiz açıkken dahi bir “uyurgezer” gibi hayatı ıskalamayı, gerçekliği inkâr etmeyi bırakmadığımız sürece, dünya daha karanlık bir yer olmaya devam edecek. Bazen gerçekten görebilmek/uyanabilmek için o yalana odaklanmış gözlerin kapanması gerekiyor ne yazık ki…
Şimdi sorulması gereken soru şudur:
Hepimizin bir şekilde yaşamaya çalıştığımız şu fani hayata;
G-özleri gerçeğe açık bir “insan” gibi mi, yoksa sadece “içi saman dolu nefes alan bir korkuluk” gibi mi bakıyorsunuz?
Unutmayın; karanlığı en çok sevenler, ışığı görüp de gözlerini kapatanlardır!