Millî Görüş hareketi ve Necmettin Erbakan Hoca’ya gönül vermiş gençler olarak çeyrek asır önce ulaşabildiklerimize iktidar olmanın öneminden bahseder; kötülüklerin ancak iktidar erki ve eliyle düzeltilebileceğini anlatırdık.

Müslümanların Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi olması ve kötülükleri düzeltebilmesi için demokratik yollara tevessülün gerekliliğini, bunun da demokratik seçim olduğunu heyacanla anlatırdık. Bazı arkadaşlar daha ileri giderek seçimin İslâmî geleneğe uygunluğunu anlatmak için “dört büyük halifenin” seçimle yönetime gelmesini örnek gösterirdi.

Biz, demokrasinin doğuşunun Antik Yunan’a uzandığını, modern demokrasinin 18.yüzyılda Avrupa’da Aydınlanma dönemi düşünürleri tarafından geliştirildiğini, günümüze gelene kadar birçok evreden geçtiğinin farkındaydık. Ancak ülkemizdeki meri sistem seçim olduğuna göre, iyilikleri yaygınlaştırarak kötülükleri engelleyerek adaleti tesis etmek için meşru yollarla iktidara gelmenin gerektiğini savunurduk.

Bugün dünyada kabul gören demokratik seçim sisteminin aksayan yönlerini tamir eden yeni bir sistem her zaman ortaya konulabilir ancak dünyanın geneline yayılmış, ülkemizde meri sistem seçim olduğuna göre, demokratik seçim sistemiyle insan haklarına, adalete, ifade ve din özgürlüğüne; yöneticileri seçme ve denetleme yoluyla ulaşılabileceğinin farkındaydık. Bu yüzden bize, hali hazırda var olan sistemle hareket etmek, halk hareketleri, devrim gibi enstrümanlarla iktidara yürümekten daha mantıklı geliyordu. Erbakan Hoca’mızın da tavrı böyle olduğu için biz insanları “Millî Görüş’e” oy vermeye ikna etmeye çalışıyorduk.

Millî Görüş hareketini iktidara getirmek, lideri Erbakan Hoca’mızı da başbakan yapabilmek için mücadele ederken Erbakan Hoca’ya oy vermeyen, oy vermemeyi “demokrasiyi tağuti düzenin bir enstrümanı” telakki eden gruplarla karşılaşıyorduk. Bu radikal gruplar “demokrasiyi tağuti düzenin bir enstrümanı” olarak görüyor; iktidara gelmenin ancak devrimle mümkün olabileceğini savunuyor; Millî Görüş hareketine ve Erbakan Hoca’mıza hep mesafeli duruyordu. İlk bakışta bu tutum şahsi değil, ilkesel dedik, öyle zannettik. Biz “seçimle iş başına geleceğiz” diyorduk onlar devrimle. Tarih bizi haklı çıkarttı ancak Millî Görüş’ün iktidarı uzun olmadı.

Siyonist ve Haçlı ittifakı, içerideki iş birlikçileri marifetiyle Millî Görüş hareketi ve Erbakan Hoca’yı siyaseten bitirmek için her yolu denedi. Kurduğu partiler kapatıldı, malvarlıklarına el konuldu, siyaset yasağı getirildi, içeriden defalarca bölündü.

Millî Görüş hareketini fundamentalist gören Siyonist ve Haçlı ittifakı, bunun yerine ılımlı İslâm (light İslam) projesini devreye sokarak yoluna devam etti. Dün, Erbakan Hoca’ya muhalefet sebeplerini “demokrasiyi tağuti düzenin bir enstrümanı görme”yle açıklayan radikal grupların bugün demokrasi havarisi gibi hareket etmesi sosyolojik tahlile muhtaçtır. Aradan geçen çeyrek asırlık zamandaki bu dönüşümde “şartlar mı, menfaatler mi etkili oldu yoksa kaçınılmaz son bu mu” tahlil etmek gerçekten zor.

Dün Erbakan Hoca’ya oy vermeyi “tağuti düzende oy verilmez” söylemiyle izah edip bugün oy vermeyi İslâmî gerekliliğe bağlayan cemaat ve grupları görünce bu değişimi izahta zorlanmaktayız. Seçim sürecinde “oy vermemenin günah olduğunu” iddia eden kişilerle karşılaştık.

Sadece radikal gruplar değil, kendisini Ehl-i Sünnet çizgisinde konumlandıran cemaatler ve hocaefendilerin de demokrasiyi kutsallaştırdığı ve olmazsa olmaz gördüğü bir süreci yaşadık.

İktidarın yanlışını eleştiren ve muhalefete de oy vermek istemeyen bir arkadaş Mecelle’deki “Ehvenü’ş-şerreyn ihtiyar olunur” (Mecelle, 29) yani “iki şerden daha ehven olan tercih edilir” hükmünden bahsettikten sonra iktidarı destekleyeceğini söylemişti.

Başka biri ise Mecelle’deki “Def-i mefâsid celb-i menâfi’den evlâdır” (Mecelle, 30) yani “kötülüğü engellemek iyiliği yapmaktan önce gelir” demiş ve iktidarı göndermek gerektiğini Mecelle’yle desteklemişti.

O arkadaşlardan birisine “hem eleştiriyorsun hem de dini bir gerekçe bularak destekliyorsun; mutlaka bir tercihte bulunmak zorunda mısın? Mesela, sandığa gitmemek veya geçersiz oy kullanmak bir seçenek değil mi?” diye sorduğumda hiddetlenmiş ve sandığa gitmenin kendine göre dini gerekçelerini sıralamıştı. Bu kişinin geçmişte “demokrasiyi tağuti düzenin bir enstrümanı” görenlerden birisi olduğunu belirtmem gerek.

O arkadaşa “oy vermenin hak mı yoksa görev mi tartışmasına girmeden, oy vermenin bir hak olduğunu, kimsenin hakkı olan bir şeyi kullanmaya zorlanamayacağını, bunun da demokratik olmadığını; böyle bir zorlamanın kişinin iradesine müdahale olduğunu” anlatmaya çalıştım. Hatta Avrupa’da seçime katılım oranının Türkiye’den düşük olduğunu, oysa Avrupa’da demokrasinin daha iyi işlediğini anlattım ancak nafile. İnternet hocalarından birisi “oy kullanmayan Allah (C.C.) indinde mes’ul olur” demiş.

Seçimlerde, sadece yerli halkın değil, daha dün Türk vatandaşlığı almış, kendi ülkesinde demokrasi ve seçim gündemde dahi olmayan yurt dışı seçmenlerin de büyük bir şevk ve kutsama ile Türkiye’deki seçimlere katılımına şahit olduk.

Anlaşılan o ki, mütedeyyin kesim demokratik seçim sistemini kutsamış. Sadece sistemi değil, liderleri de. Bu kutsama, seçimin bir hak değil, bir ödev/görev olduğu noktasına çoktan gelmiş.