İnsanları birbirine bağlayan nedenler var. İnsan en
değerli varlık. Bu varlığın korunması, el üstünde tutulması insanlığın temel
görevlerinden.
Günümüzde insan hemen her konuda araç olarak
kullanılıyor. Asıl değer ve anlamının uzağında.
İnsanın kendini bilmesi, tanıma ve anlaması kendi iç
derinliğindeki yolculuklarla olur. Hemen herkesin avuçlarında nefret tohumları,
saçıp savuruyor. Coğrafyamızda Müslümanların birbirinden uzaklaştırılmaları
için ellerinden geleni artlarına bırakmıyorlar. Herkes nefret kazanlarını
kaynatıyor. O kadar da çok nedenler bulunuyor ki.
Müslümanları birbirine bağlayacak sevgi bağları o kadar
çok ki.
Aynı isimleri taşıyor olmak, sofraya besmele ile oturmak,
ömründe bir kez bile olsa en azından bir bayram namazlarında omuz omuza namaza
durmak. Hemen her evin bir köşesinde kılıflar içindeki Kur an-ı Kerim ler
bulundurmak. Anneler, babalar, dedelerden geçmişe giden kök bağları.
Kavim ayrılıkları uçurum oluşturmamalı. Nasıl ki
insanların ten renkleri kendi seçimlerinden olmuyorsa, kavim farklılıkları da
bilinçli tercihlerle olmuyor.
Müslümanların hayatında bencillikler olmaz. Paylaşma
zorunlulukları var. Bunun en temel göstergesi zekât. Sadaka, fitre, hayır
sofraları, mevlitler yolculuğun ruh zenginlikleri. İnsanlar bunlarla
birbirlerine çıkar duyguları ile bağlanmıyorlar. Bağlanışları bir kendindelik
ile olur.
Tarihimizi, medeniyetimizi, değerlerimizi,
güzelliklerimizi tersine çeviriyoruz. Devrilen büyük sevgi ve bağlılık sofrası.
Bunu toparlamak giderek güçleşiyor. Bize kalmayacak kırıntılar üzerinde
savaşıyoruz. Bu gidişle yarın bir gün onlardan da mahrum olacağız.
Batı bizi ortadan kaldırmak için her türlü yola
başvuruyor. Öncelikle aramızdaki nefret tohumlarının artması için çabalıyor.
Gerçi, artık onların çabasına gerek yok. Biz öylesine gözü kara hızlandırıyoruz
ki, aramızda birbirimizi bağlayacak hiçbir güzellik kalmıyor.
Şeytanın kötülük görevlerini biz kendimiz üstlenmişiz.
Şeytanlar bir kenarda oturmuş kıs kıs bize gülüyorlar, bayram ediyorlar. Nasıl
da büyük bir görev sorumluluk.
Kan davaları artık kabileler arasında değil kavimler yani
halklar arasında. Türk ile Kürt halkının, Sünni ile Şii nin, Alevi nin, laik
ile anti laikin, milliyetçi ile karşıtlarının nefreti o kadar büyük ki bir
araya gelinemeyecek kadar büyük bir nefret ve öfke içeriyor.
Elbette bütün bunlar bir anda olmuyor. Bir geçmişi var.
Her birimizin sorumluluğu bu nefret tohumları ayıklamak. Buğday tarlalarının
arasındaki zararlılar ayıklandığında verimi daha iyi oluyor.
Bu, nasıl olacak diye oturup beklenemez. Hemen herkesin
atacağı bir adımı var. Bir hamle. Bir tebessüm, iyi niyetli bir bakış. Hiçbir
tohum boşa gitmez, hiçbir hamle boşa çıkmaz. Yeter ki niyetler halisane olsun.
İslâm milletinin güzel hasletleri var. Fetihlerde
bulunduklarında, yendikleri toplumlardan kız alırlar, akrabalık bağı kurarlar.
Ya da dervişler öncü olarak giderler en bakir alanlara yerleşirler üretimde
bulunurlar. Ürettiklerini bölge halkıyla paylaşırlar. Hatta onların
hizmetlerine koşarlar.
Dünyayı saran nefret karabasanından kurtuluşun yolu gene
Müslümanlardan geçer. İslâm insanın dirilişini önceler. Çıkar duygulu bir
bakışa sahip değil yediği lokmanın bile hesabını yapar. İsraftan kaçınır.
Gelecek kuşakların haklarını tüketmez. Dünyayı israfa, savurganlığa boğmaz.
Hak rızası diye bir şey var. Bu manevi bir güç ve
yükümlülüktür omuzlarında. Kötülüklere giden kapılar kapalı tutulur.
Kötülüklere ve nefrete günahlarla gidilir. Sevgi ve bağlılık ise bunları
giderir. İnsanı geleceğe taşır. Geçmişin ve içinde bulunulan anın
kötülüklerinden korunmaya bakar. Bilir ki her iyilik kendisine güzel olarak
döner, her kötülük ise felaketlere sürükler.